Hacı Bektaş-ı Veli’nin çok anlamlı, çok güzel bir sözü vardır: “İncinsen de incitme” diye... 65 yıllık hayatım boyunca çok incindim, ama mümkün olduğunca kimseyi incitmemeye çalıştım. Aşağıdaki ifadelerimle de kimseyi incitmek, kimsenin gönlünü kırmak istemem.
Bugünkü eğitimin ve eğitim sisteminin bu duruma düşmesinde, tabii ki bir çok etken sayabiliriz. Ancak, ben başlıca sebebin akademisyen yöneticilerden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu sebeple, öncelikle ve özellikle Bakanlığın yönetilemeyişinden dolayı yaşananları ve gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Ve takdiri de sizlere bırakıyorum.
2009 yılında sendikadaki görevim bitince, tekrar Bakanlıktaki şube müdürlüğü görevime döndüm. Yükseköğretimle İlişkiler Şubesi’nde görevlendirildim. Yükseköğretim Kurumu Başkanlığı (YÖK) ve üniversiteler ile Bakanlık arasındaki iş ve işlemleri yapıyor, ayrıca eğitim fakülteleri ile birlikte düzenlenen çeşitli bilimsel toplantıların, Bakanlıktaki koordinasyon görevini yürütüyordum. Bu sebeple sık sık akademisyenlerle bir araya geliyordum. Bu görüşmelerde profesör, doçent, yardımcı doçent ve araştırma görevlileri ile fikir alış-verişinde bulunuyor, onları dinliyor, takip ediyor ve özellikle gözlemliyordum.
Bu gözlemlerim sonucu, akademisyenler hakkındaki görüşlerimin değiştiğini fark ettim. Yanılmayı çok isterim: Ama maalesef bu görüşümü uzun süredir taşıyorum. Zaman zaman bu tespitlerimi arkadaşlarımla paylaştığımda; şaşıranlar da oluyordu, hak verenler de… Bütün akademisyenleri “aynı kefeye koymak” istemem: Mutlaka istisnalar vardır ve belki de düşündüğümden de fazladır. Buna ben de inanıyorum. Ama biliyorsunuz “istisnalar kaideyi bozmaz” diye bir sözümüz vardır.
Akademisyen birisi; alanında çok başarılı bir bilim insanı olabilir, ama bu durum iyi bir yönetici olabileceği anlamına gelmez. Araştırma görevlisi arkadaşları ayrı tutsam da, bu yazımdan kendilerine pay çıkarmalarını ve kendilerini yöneticilikle ilgili yetiştirmelerini bekliyorum. Zaten yazımın ana teması da yönetici yapılan akademisyenlerle ilgilidir.
Aslında aşağıda yazacağım hususlar, hem bir tespit ve hem de bir uyarı mahiyetindedir. Belirteceğim bu hususlar birbirleri ile bağlantılı olup iç içe girmiş konulardır. Yine de görüşlerimi ve eleştirilerimi belirli başlıklar altında toplamaya çalışacağım.
1. Kurumlar: Eğitim, nasıl ki insanın yaradılışı ile başlatılıyorsa; devletlerin de ilk kurduğu kurumların başında -farklı adlarla da olsa- eğitim kurumları gelmektedir. Bilimdeki ve teknolojideki yeni buluşlar ve gelişmeler sebebiyle eğitimde, dolayısıyla kurumda bir takım değişiklikler yapılması kaçınılmazdır. Ancak bu değişiklikler, yeni gelişmeler çerçevesinde eğitimin içeriği üzerinde olması gerekir. Kurumun / örgütün temel yapısında toptan değişikliğe gitmek, bir yerde kurumu yıkıp yeniden yapmak gibidir ki; içinden çıkılmaz hal alır ve geçmişi arattırır. Bürokratları görevden alabilmek ve yerlerine kendi adamlarını getirebilmek için, genel müdürlüklerin (hizmet birimlerinin) adlarını değiştirmekle veya adlarına süslü kelimeler ilave etmekle eğitimde başarılı olunmaz. Hele hele bir kurumda, kurumsal kültürün taşıyıcısı konumundaki personeli -şube müdürü, şef ve memurları- dışlamak çok yanlıştır.
Sayın Erkan Mumcu’nun dört aylık Bakanlığından sonra 17/03/2003 tarihinde Doç. Dr. Hüseyin Çelik bakan yapıldı. Bu dönemdeki çalışmalar, daha çok mevzuat, müfredat ve ders kitapları üzerinde oldu. Bu konularla o kadar çok uğraşıldı ki, öğretmenler ve okul yöneticileri yoruldular. Sık sık yapılan bu değişiklikler yüzünden, öğretmenler; ders mi yapsınlar, öğrencilerle mi ilgilensinler, yoksa müfredatta yapılan değişiklikleri mi takip etsinler, bilemediler. Bu dönem eğitimde, tam bir kargaşa, karmaşa ve “yaz-boz” dönemi oldu.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı iken, 7 Temmuz 2011’de Milli Eğitim Bakanlığı’na Prof. Dr. Ömer Dinçer bakan yapıldı. (Arada Bakan Nimet Çubukçu var.) Dinçer, maalesef her şeyi kökten değiştirmeye kalkıştı. Sanki yapmaya değil de -yukarıda anlatmaya çalıştığım icraatı yapmaya- Bakanlığı yıkmaya gelmiş gibiydi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda da benzer çalışmayı yapmıştı. Bakanlığın her şeyi ile uğraştı ve çıkmaza soktu. Bugün Bakanlıkta yaşanan sıkıntıların, kurum kültürünün ve hafızanın yok oluşunun, evrak ve arşiv işlerinin bitişinin sebebi, büyük oranda kendisidir.
2. Yöneticilik: Bakanlar; Bakanlık icraatlarından birinci derecede sorumludurlar ve meclise karşı hesap verirler. Ancak, bakanlar siyasi oldukları için eğitimde esas görev bürokratlara düşmektedir. Eğer bir bakan başarılı olmak istiyorsa, bürokrasiye atayacağı kişileri çok iyi seçmek; bilgili, tecrübeli, ehliyetli, liyakatli kişileri göreve getirmek zorundadır.
Bürokraside birinci derecede sorumlu kişiyse müsteşardır. Müsteşarlar, eskiden çoğunlukla Bakanlık içinden ve çeşitli kademelerden geçerek makama getirilirdi. Bu nedenle Bakanlığın teşkilat yapısını ve işleri bilir; yanlış, eksik ve noksan gördüklerini düzeltmek, geliştirmek için çaba gösterirdi. Bakanlığın dününü - bugününü bilmeyen ve dışardan atanan yöneticilerin yetersiz kaldığını, 43 (Kırküç) yıllık memuriyet hayatımda çok müşahede ettim.
Kanunlarımıza göre, oluşturulan her kurumun ve kurum altındaki kuruluşların görev alanları bellidir ve sınırlıdır. Kurumlara atanan yöneticilerin de görev ve sorumlulukları yazılı olup, işleri bu çerçevede yürütürler. Şu andaki bazı yöneticiler; görev ve yetkilerini bilmedikleri gibi, bulundukları makamın sorumluluğunun da farkında değiller. Temsilde sıkıntı yaşıyorlar.
Her ne kadar yöneticilik (liderlik) kabiliyeti insanlara doğuştan verilen “Allah vergisi” olmakla birlikte; eğitimle ve tecrübeyle desteklenen bir yetenektir de... Bazı kişilerde, özellikle Profesör, Doçent gibi “titr”i olanlarda; yaradılıştan bu özellik yoksa ve çeşitli dönemlerinde de sivil toplum kuruluşları veya devletle herhangi bir ilişkileri olmamışsa, yöneticiliği beceremediklerini fark ediyorsunuz.
Ayrıca, son dönemdeki bazı yöneticilerde “ben yaptım, oldu” anlayışı hâkim… “Cahil cesareti” denecek, pervasız tavırlar içindeler. Herhalde “güç zehirlenmesi” bu olsa gerek. Bu tip yöneticiler; “doğru veya yanlış, ben istediğimi yaparım” veya halk deyimiyle “Küçük dağları ben yarattım, büyükler dedemden kaldı” anlayışıyla hareket ediyorlar. Bazıları da ciddiyetten uzak, cesaretsiz ve korkak tavır gösteriyorlar. Hatta bazılarında da, yetiştikleri ortamlardan dolayı önyargılarının ve saplantılarının olduğu görülüyor. Bu düşüncelerini bir türlü atamadıkları, konuşmalarından anlaşılıyor. Oysa, bilim insanının objektif olması gerekir. Bunun başlıca nedeni yöneticilik kabiliyetlerinin olmayışı ve/veya hak etmeden makama gelmelerinden ileri geliyor, diye düşünüyorum. Makamlar geçici, insanlık bakidir. (16 yıldır değişmeyen bürokrat kalmadı, hâlâ bürokratik oligarşiden bahsediliyor.)
Akademisyenler, eğitimlerde genelde “Takım Çalışması”ndan çok bahsederler. Ama tam tersi takım çalışmasına da yabancıdırlar. Üniversitede bireysel çalışmaya alıştıklarından, bürokrasiye geçince aynı alışkınlıklarını devam ettiriyorlar. İstişare kültürleri de çok zayıf. Düşünüyorum da, önceki dönemlerde amirlerimiz her hafta genel müdür yardımcılarını, daire başkanlarını ve şube müdürlerini toplantı odasında veya kendi odasında toplar, istişare yaparlardı. Özellikle şube müdürlerinden kendi şubesi ile ilgili bilgiler alır, problemleri dinler, yapılacak işleri görüşürdü. Şimdi hiç biri yapılmıyor, dolayısıyla takım çalışması anlatımları da hep lafta kalıyor.
Haftaya devam…