Son yıllarda bir “Eski Türkiye - Yeni Türkiye” tartışması yapılıyor. Bana göre çok yersiz bir tartışmadır. Herkese göre değişebilen göreceli bir yaklaşımdır. Ve nereden baktığınız önemlidir. Bilimsel açıdan mı, teknolojik açıdan mı, ekonomik açıdan mı, sosyal açıdan mı, dinî açıdan mı, nereden?.. Benzer tartışma Milli Eğitim Bakanlığı için de var.
Okul hayatımı değil ama, bir kaç hafta çalışma hayatımdan bahsetmek; Milli Eğitim Bakanlığı’nın eski günlerine dönük bir gezinti (nostalji) yapmak istiyorum. Bu yazımı; lütfen eskiye bir özleyiş olarak değerlendirmeyin, sadece bazı tespitler yapmak içindir. Çalıştığım yıllarda bazı arkadaşlarım “çok statükocusun!” derlerdi. Aslında yeniliklere ve gelişmelere açık birisiyim, en azından kendimi öyle görüyorum. Doğru, görevim esnasında mevcut yasaları (mevzuatı) tam uygulardım; ama eksik, yanlış, hatalı gördüklerimi de düzeltmek için gereğini yapardım. Çok mevzuat (kanun, yönetmelik, yönerge, genelge) değişikliği hazırladım ve teklif ettim. Neyse…
En iyisi konuma gireyim: Ankara’ya ilk gelişim 1967 yılıdır. Galiba Eylül ayı idi, henüz okullar açılmamıştı. Ankara yolculuğumla ilk defa Elbistan’ın dışına çıkmıştım. O tarihlerde Ankara’ya direk otobüs yoktu; Malatya’dan aktarma yapardık. Henüz 14 yaşındaydım. Çocukluk heyecanıyla gece yolda hiç uyuyamadım; sabah Ankara’ya inince “sarhoş” gibiydim. Biraz da utangaç ve sıkılgan biri olmam nedeniyle ağabeyimlerin evini zor bulmuştum. Ankara’da iki hafta kaldım.
Bir gün ağabeyimle Ankara’yı gezerken: “Haydi Milli Eğitim Bakanlığı’na, Selim ağabeyin yanına gidelim” dedi. Selim ağabey (Selim Özyüksel) teyzemin damadıydı. MEB’nın Kızılay Atatürk Bulvarı üzerindeki ana binasına gittik. Yanlış hatırlamıyorsam; asansörle 4.kata çıktık ve B Blok’a geçtik. Sağ tarafta bir odada tek başına oturuyordu. O tarihlerde devletin kurumlarını, kadrolarını, unvanlarını bilmiyordum. Ortaöğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürü’ymüş. (Sonra Genel Müdürlük yaptı) Çay ısmarladı, biraz sohbet ettik: “Binaya yeni taşındıklarını” söylemişti.
Bugün, ana bina girişinde -merdiven başında- asılı tabelada; “Bu bina, Bayındırlık Bakanlığı Yapı ve İmar İşleri Reisliği Yapı İşleri 5.Bölge Müdürlüğü tarafından yapılmış ve 30 Ağustos 1967 tarihinde hizmete açılmıştır” yazılıdır. Binayı -aklımda kaldığına göre- bir proje kapsamında Almanların yaptığı söylenirdi. Bu binaya taşınmadan önce genel ve mesleki eğitim daireleri; Ankara Tren Garı yanındaki bir binada (sonra Kızılay Tuna Caddesindeki bir binada ve Yargıtay binasının üst tarafındaki eski Ticaret Bakanlığı binasında), Olgunlaşma Enstitüsü ile Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi ve Ulus’taki -İl MEM ek binası olan- bazı binalarda dağınık halde bulunuyorlarmış. (Bakanlığa başladıktan sonra dairede çalışan bizden yaşlı arkadaşlar anlatırlardı.)
Ankara Başkent Lisesi’ni bitirdikten sonra, memurluk sınavına girdim ve 6 Eylül 1974 tarihinde MEB Merkez Teşkilatı’na memur olarak göreve başladım (aynı yıl üniversite “akşam bölümüne” başladım). Yedi yıl sonra girdiğim bu binanın, A Blok giriş katında hizmetlerini yürüten “Mesleki ve Teknik Öğretim Muamelât Müdürlüğü” ilk görev yerim oldu.
Her dairede ast ve üst personel için çalışma büroları oluşturulmuştu; genelde memurlar salonlarda çalışıyorlardı. Çalışma odaları; ahşap, kahverengi portatif paravanlarla bölünmüştü. Genişletmek veya daraltmak istendiğinde; bu paravanlar sökülerek yerleri değiştiriliyor ve çabucak takılıyordu. Ana sütunlar ve yan duvarlar hariç, binanın iç odaları bu bölmelerle ayrılmıştı. Katlarda pencerelerin fazla olması sebebiyle badana-boya yapılacak alan çok azdı. (Bu arada şu bilgiyi de vereyim: Dairemize girildiğinde sağ kol üzerindeki 4 oda doktorlar için ayrılmıştı. Hatırladığım kadarıyla dahiliye, göz, diş doktorları vardı; hastalandığımızda bu doktorlara muayene olurduk.)
Personeli bir tarafa bırakalım; bürokrat dediğimiz üst amirler bile -zevkime uygun değil veya keyfim böyle istiyor diye- makam odasını veya donatım eşyalarını değiştirme gibi bir istekleri olmazdı: Makama atandığında, eşya olarak ne bulmuşsa onunla yetinirlerdi. Memurlar da dahil herkeste tek bir düşünce ve anlayış vardı: Çok çalışmak, verilen görevi lâyıkıyla yerine getirmek.
9-10 yıl kadar birlikte çalıştığım ilk başkanım Mümin Çamlıbel’in makamı, bu binaya taşınırken getirilen eşyalarla donatılmıştı, çok da eski görünüyorlardı. 20 Mayıs 1980’de “Muamelât Müdürü” olmuştum. 1982 yılı olabilir; başkanıma, “Odanızdaki eşyalar çok eski, bunları değiştirelim hocam” demiştim. Bana kızdı ve “Oğlum, ne gereği var, devletin parasını harcamaya, ben zaten masada bile oturmuyorum, şu köşedeki sehpada çalışıyorum” dedi. Ve devamla: “Geldik, gidiyoruz. Yarın buradan ayrılırken kimse arkamdan laf etmesin, gidişime sevinip teneke çalmasınlar. Beni güler yüzle yolcu etsinler, arkamdan su döksünler, yeter” diye bağladı. (Zannediyorum, 1984 yılında emekli oldu. Salonda, başka dairelerden gelenlerle birlikte bir veda töreni yapmıştık. Gerçekten de herkes emekli olmasına çok üzülmüş, duygulanmış ve ağlamaklı olmuştu.) Dairede -bugün ki gibi- lüks içinde değildik: Eski-püskü, kırık-dökük masaları, sandalyeleri, koltukları, demirbaşları kullandık; bunlarda oturduk ve hizmet verdik.
Şu hususu da belirteyim: Eskiden tüm malzemeler Devlet Malzeme Ofisi (DMO) kanalı ile alınırdı. İhtiyaç listesi hazırlar, gönderirdik; varsa ve uygun görülürse oradan gelirdi. Genel müdürlüklerin veya daire başkanlıklarının hazırladığı her “ihtiyaç listesi”, zannetmeyin ki amirlerce hemen imzalanıyor; öyle bir şey yok. Müsteşar yardımcısı veya müsteşar gerek görmezlerse imzalamazlardı; uygun bulmadıklarını iade ederler veya ilgilileri çağırarak görüşlerini alırlardı. Ayrıca, ihtiyaç listesi imzalanıp DMO’ne gönderilse bile yazılan her malzeme DMO’nden gelmeyebilirdi. Tasarrufa çok riayet ederlerdi.
Memurların haricinde, bir de daktiloda yazıları yazan “daktilograf” dediğimiz personel vardı. Bunlar daha çok Ticaret Meslek Lisesi mezunlarıydılar. Yazıları müsvedde olarak hazırlar daktilograflara verirdik; onlar da daktiloda yazarlardı. Daktiloyu kullanmayı bilmediğim için öğrenmek istedim ve boş daktilo buldukça oturup çalıştım. Artık acil bir yazı olduğunda, hemen -iki parmakla da olsa- yazımı kendim yazıyordum.
Bugün çok konuşulan -özellikle akademisyen kökenli yöneticilerin çok bahsettiği, ama hiç uygulamadıkları (çünkü üniversitelerde bireysel çalışmaya alışmışlar) “Takım çalışması (ekip çalışması)” sözlerini, biz o zaman çok güzel yapıyormuşuz. Mesela; tüm illere ve okullara gidecek bir genelgeyi “mumlu kağıt”lara yazdırır, imzalattıktan sonra “Teksir Makinası”nda çoğaltırdık. Sonra da tüm daire personeli, el birliğiyle genelgeyi katlar, zarflara kor, zarfın ağzını ve pulunu yapıştırır, posta zimmet fişine işleyerek dağıtıcıya verir, postaneye gönderirdik. Ankara’nın evrakları genelde dağıtıcı ile elden teslim edilirdi. Her personel, kendi işi olmasa bile yanındaki personelin işini de öğrenmeye çalışırdı. Diyelim ki bir iş takipçisi geldiğinde veya telefonla bir konu sorulduğunda, ilgili arkadaşımız yerinde yoksa biz cevap verir veya gereğini yapardık: “Benim işim/görevim değil” demezdik.
Bazan eski günleri hatırlıyorum, ne güzel günlermiş; çalışmayı seviyorduk, mutluyduk, huzurluyduk. Her sabah -ulaşım zorluklarına rağmen- büyük bir istekle, koşar gibi işimize giderdik. Tabii ki teknolojideki gelişmeler, çalışma hayatımızı kolaylaştırdı, ama!.. Peki, bugün ki memurlar mutlular mı? Çalışma hevesleri var mı?..