1943 yılında A.H. Maslow, “ihtiyaçlar hiyerarşisi” adıyla bir teori ortaya atmıştır. Bu teoriye göre; insanın temel ihtiyaçları ve üst düzey ihtiyaçları vardır. Temel ihtiyaçları dört kategoriye ayrılmaktadır: Birincisi fizyolojik ihtiyaçlardır; yemek, içmek, uyumak, ısınmak, nefes almak gibi… İkincisi güvenlik ihtiyacıdır; barınma, tehlikelerden korunma, güvende olma gibi… Üçüncüsü sosyal ihtiyaçlardır; aidiyet, sevme, sevilme, kabul görme, benimsenme ve sosyal hayatın içinde yer alma gibi… Dördüncüsü saygı görme ihtiyacıdır; tanınma, sosyal statü sahibi olma, başarı, itibar gibi… Üst düzey ihtiyaçlarsa, kişinin var olan potansiyelini kullanarak kendini gerçekleştirmesidir; kişinin ideallerini ve yeteneklerini ortaya koyması, yaratıcılık, gelişim gibi…
Evet, insanoğlunun en önemli ihtiyaçlarından birisi de güvenliktir. Vatandaşlar olarak; bu güveni duyuyor muyuz veya kendimizi güvende hissediyor muyuz, güven içinde ülkemizin caddelerinde, sokaklarında, parklarında gezebiliyor muyuz? Hayır. Herkeste bir endişe, az da olsa bir korku var. Çünkü dışarıda neyle karşılaşacağımız meçhul!..
Emekli olmam, bol bol okumam ve haftalık yazım dolayısıyla zamanımın büyük bir bölümünü evde geçiriyorum. 22 yıllık emekli olan eşim; evde tek başına yaşamaya alıştığı için, tabii gündüzleri evde olmamı istemiyor. Arkadaşlarını ve komşularını rahatlıkla misafirliğe çağıramadığı için: “Evden uzaklaş da misafir kabul edeyim” diyor. Ben de kendisine “nükte” yapıyorum ve: “Nereye gideyim, nerede gezeyim. Ya bir kavgaya, cinayete, kapkaça rast gelirsem; arada kalırsam, ara dayağı yersem veya bıçak darbesi alırsam, şahitlik yapmak zorunda kalır da mahkemelerde sürünürsem; ya da kör veya yorgun bir kurşun değerse, başıma tabela - sıva - kiremit falan düşerse, kaldırımda yürürken bir araç gelip çarparsa, yaralanırsam veya ölürsem ne olacak. Evden daha güvenli bir yer mi var?..” diyorum. (Şaka da olsa, bu ifadelerimde gerçeklik payı var değil mi?) Tabii ki dışarı çıkıyorum; en azından mahallemin sınırları içinde öğleyin camiye gidiyorum, alış-veriş yapıyorum, gazetemi alıyorum. “Takdir-i İlahi gayrete aşıktır” demiş büyüklerimiz: Ben de tedbir almaya gayret ediyorum o kadar… Ancak anarşinin, terörün, mafyanın ve benzeri örgütlerin veya bireysel suçluların kol gezdiği bir ülkeyiz. Hele ki, şehirlerimizin “Türk şehri” olmaktan çıktığı bu günlerde, güvendeyiz diyebilir miyiz?
Vatandaş olarak bizlerin güvenliği önemli de ülkenin güvenliği önemsiz mi? Stratejist Cahit Armağan Dilek yazısında: “Atatürk her türlü düşmanla mücadelede üç kuvvetin tayin edici olduğunu söyler: Millet, Meclis, Ordu. Bu üç kuvvet iki cephede savaşır; İç Cephe ve Dış Cephe... Gerisini Nutuk'tan okuyalım: ‘Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir... Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmemesidir...’ diye belirtmektedir. (27/10/2018, Yeniçağ)
Türkiye'yi kuran irade, “Türk” sözüyle bütün Türkiye halkını kastetmiştir. Balkanlar ve Kafkaslar'dan gelenlerin büyük çoğunluğu Türk olduğu gibi, Türk sayıldıkları için Türkiye'ye sığınanlar da vardır. Türkiye’yi güvenli görmüşlerdir. Onları Türklüğe bağlayan bağ, sadece vatandaşlık bağı değil kaderdir! Etnikçiliği meşrulaştırmak, insanlarımızı etnik kimliğine göre ayrıştırmaya çalışmak yanlıştır. Bir “İslâm” şairi olarak bilinen Mehmet Âkif bile şiirlerinde; “ırk” sözcüğünü “ırkçılık” manasında kullanmamış, “Türk”le eşit görmüştür. Türk, “çatı” addır ve asla etnik manada düşünülemez. “Türk’süz Türkiye Projesi” söylentileri varken; “Türk’üm” demekten çekinmemeliyiz ve “Türk” sözcüğüne karşı güvensizlik oluşmasına mani olmalıyız. Yine, sürekli “Beka sorunu”ndan bahsedilmesi ve her şeyin “Ülkenin Bekası”na ve dış güçlere bağlanması, bunların fazla dillendirilmesi; vatandaşlarımızda güvensizliğe, korkuya ve umutsuzluğa neden olabileceği gibi, bir kısım vatandaşlarda da kayıtsızlığa, umursamazlığa sebep olabilecektir.
23 Ocak 2019 tarihli Cumhuriyet’teki yazısında Barış Doster şunları söylemektedir: “…ABD, Afganistan ve Irak’tan ne kadar “çekildi” ise Suriye’den de o kadar çekilir. Irak’ta neyi, kime dayanarak, hangi araçlarla yaptı ise Suriye’de de aynı şeyi, aynı güçlere dayanarak, aynı araçlarla yapıyor. Ve eklemiştik: …Son günlerde Suriye’de ardı ardına gerçekleşen terör eylemleri ve ABD’nin Türkiye’yle artan pazarlıkları, Türkiye üzerinde oluşturduğu baskı, yeniden gündeme gelen tampon bölge - güvenli bölge önerileri, ABD’nin tavrının değişmediğini kanıtlıyor. …Stratejik hedefleri aynı. Sadece taktik hamlelerde kimi farklar var. …Şunu anımsayalım öncelikle: ABD’nin Ortadoğu’da, kendisinin ve İsrail’in güdümünde bir kukla Kürt devleti kurma hedefi, 1960’lı yıllara dayanır. Dört bölge ülkesini (Irak, Suriye, İran, Türkiye) …aynı anda bölemeyeceğini anlamıştır. O nedenle işi zamana yaymıştır. Önce Irak’ta bu konuda hayli yol almıştır. Ardından Suriye’ye çullanmıştır. Sonraki hedefi İran’dır. Nihai hedefi ise Türkiye’dir. …ABD, bu yüzden Türkiye ve İran’ı çok yönlü olarak sıkıştırmaktadır…”
Benzer senaryoyu Saddam döneminde Körfez Savaşı’nda gördük. Kuzeyde 36.paralel yasağı koyup tuzağı kurdular ve istediklerini yaptılar. Bugün de Suriye’de “Güvenli Bölge” tuzağı hazırlamaktalar. “Arap Baharı” operasyonları bitmedi, ABD istediği gibi planını uyguluyor. Biz de, maalesef bu planın bir parçası oluyoruz. “Esat bir katilmiş, bir milyon insanın katiliymiş”, doğrudur. Sadece Esat mı, bugün ki liderlerin hangisi insanî ki?.. Her devlet başkanı ülkesinin çıkarları için insanların ölmesine göz yumuyor. Veya bir şekilde “hedef ülke” üzerine operasyon yaparak, o ülkenin insanlarını birbirine düşman ederek, ölümlere sebep oluyor. Esat gerekçesi; ülkemizi tehlikeye atmamıza sebep olmamalı, başka ülkeler için aracılık yapılmamalıdır. Yoksa, hâlâ BOP’un “eşbaşkanlığı”nı bırakmadık mı?
Öyle durumdayız ki, bir ABD tarafına bir Rusya tarafına savrulup duruyoruz. Onların vereceği sözlere göre operasyon başlatıyor, harekâta giriyoruz. Bizim irademiz, bizim kararımız sonradan geliyor. Ama durmadan “Bir gece ansızın gelebiliriz” demeyi ihmal etmiyoruz. “Baskın basanındır”, konuşmadan ansızın basacaksın!.. Hani, nerede “Başkan bizi Afrin’e götür, başkan bizi İdlib’e götür” diye bağıranlar? Hani, nerede dantelli kefen giyip cihat yapmak isteyenler? Bu aralar ortalar da pek görünmüyorlar. Niye görünsünler ki, nasıl olsa “Kızılelma”cılar gidiyor!..
Arapları ne kadar seviyormuşuz da haberimiz yokmuş!.. Evet, Osmanlılar zamanında necip kavim (kavm-i necip) diyorduk, Peygamberimize atıfla… Ama onlar ne yaptı: Birinci Dünya Savaşında tüm cephelerde Osmanlı’ya karşı İngilizlerle işbirliği yapıp bizi arkadan vurdular. Gönlümüzdeki “kavm-i necip”likleri kalmadı. Ya sadık millet (millet-i sadıka) dediğimiz Ermeniler, onlar da Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’yu yakıp yıkmadılar mı? Çocuk, kadın, yaşlı demeyip öldürmediler mi? Yakın tarihimizde bunlar yaşandı. Devletler arası ilişkiler, çıkar üzerine mi, yoksa sevgi, dostluk, güven üzerine mi olacak? Tabii ki çıkar üzerine olacaktır.
Seçimlerimizi bile güvenli yapamıyoruz. Her seçimde mükerrer seçmenleri, hayali seçmenleri, taşıma seçmenleri, sahte seçmenleri tartışıp duruyoruz: Seçim bittikten sonra da sonuçlarını… Ne zaman dürüstçe bir seçim yapabileceğiz? Herhalde her yetkili, hatta herkes “ahlâklı, adil ve dürüst” olunca!..
Kısacası; bu kadar dış borcu olan, cari açığı olan, üretmeyen, stratejik tüm kuruluşları özelleştirme adı altında -hem de yabancılara- satılan, her şeyini dışardan satın alan, sadece tüketim ekonomisi ile ayakta durmaya çalışan bir ülkenin, yapacak fazla bir şeyinin olmadığını düşünüyorum. Onun için oradan oraya savruluyoruz. “Biz, yerli ve millîyiz” demekle ve karşıtları suçlamakla da olmuyor. Öncelikle ülke ekonomisinin güçlü olması gerekiyor: Sanayiyi ve tarımı geliştirerek, üreterek, AR-GE çalışmalarına ağırlık vererek, beyin göçünü durdurarak, hukuk düzenini ve adaleti yerleştirerek, toplumsal barışı ve huzuru sağlayarak, farklılıklarımızı değil ortak değerlerimizi işleyerek olur. O zaman ülkeye ve vatandaşlara güven gelir.
MÖ. 500’lü yıllarda yaşamış Çinli komutan ve filozof Sun Tzu, “Savaş Sanatı” kitabında diyor ki: “Karşısındakini ve kendini bilen, hiç bir savaşta tehlikeye düşmez; karşısındakini bilmeyen, sadece kendini bilen bir kazanır bir kaybeder; Karşısındakini de kendini de bilmeyen her savaşta mutlaka tehlikeye düşer.”