Kur’an-ı Kerim’in Maide Suresi 54 üncü ayetindeki: “Ey inananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O’nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.” (Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, DİB Yayınları, Ankara 1983, sayfa 116) ifadelerinin, âlimlerce “Türk Milletini işaret ettiğini…” söylemelerine kalpten inanıyorum.
“At izinin, it izine karıştığı”, gafletin, dalaletin ve hatta hıyanetin kol gezdiği bir dönemde; Afrin harekâtına katılan Uzman Çavuş Mehmet Kuzu’nun: “istikamet neresi?” şeklindeki soruya “Kızılelma’ya” diye cevabı, gündeme bomba (!) gibi düştü. Tüm gazeteler, televizyonlar, köşe yazarları; bu sözü konuşur ve yazar oldular. Türk tarihine yabancı olanlarsa şaşıp kaldılar. Çünkü Türk tarihi deyince; bazıları ilgisiz kalır, bazılarının aklına da sadece Osmanlı gelir. Onu da hakkıyla bilmezler ya!..
Son haftalarda Kazakistan’lı Prof.Dr. Dosay KENJETAY’ın “Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi” adlı (Hoca Ahmet Yesevi Ocağı Yayınları, Ankara 2003) kitabından alıntılar yaparak, sizlere “Eski Türk Düşünce Sistemi”ni vermeye çalışıyorum. Bugün birçok değeri erozyona uğratılan Türk’ün; vasıflarını, iman, inanç ve ahlak anlayışını, kut sistemini, yaşayışını, ülkülerini bilmezseniz, değerlendirme yapamazsınız.
1980 öncesinde bizler; “Esir Türkler”den bahsederken, bunların kurtuluşu için mücadele verirken, dahası bir Türk Dünyasından söz ederken; ne ile suçlanıyorduk ve büyüklerimiz neden işkencelere maruz kalıyorlardı: Hiç düşündünüz mü? Turancı’lıkla, Pantürkizm’le, Panislâmizm’le suçlanıyorduk. İyi niyetliydik, ama herhalde anlatamıyorduk. Bizim “Kızılelma”mız, o günlerde Türklerin bağımsızlıklarını kazanmaları idi. Ne zaman ki 1990’lı yıllarda SSCB’nin yıkılması sonucu bir Türk Dünyası ve bağımsız Türk Devletleri ortaya çıktı: Bayram ettik. Dışımızdakiler şaşırmışlardı: Aaa, başka yerlerde de Türkler varmış!
Bu kesimler, bugün de “Kızılelma” sözünü belki de ilk defa duyuyorlardı veya hiç duymamışlardı. Duydularsa bile merak etmemişlerdi veya önemsememişlerdi. Oysa bizim hep kalbimizde, gönlümüzde, ruhumuzda idi. Bizler; yani Türk Milliyetçileri, Türkçüler, Turancılar, ülkücüler bu kelimeyi çok iyi biliyorlardı: Ne olduğunu ve ne anlama geldiğini…
Askerimizin babası diyor ki: “Oğlum Kızılelma’yı bilerek söyledi, büyüklerinden öğrenmişti.” Demek ki, bilinçli bir Türk evladı… Öncelikle Mehmet Kuzu’ya ne kadar teşekkür etsek az… Tanrı, onunla birlikte tüm askerlerimizin yar ve yardımcısı olsun. Devletimizin öğretmediğini, öğretemediğini, o tüm dünyaya öğretti. Yukarıdaki ayetten hareketle Allah bu milleti seviyor ve bir vesileyle yardımcı oluyor. “Titre ve kendine dön!” demek istiyor.
Tüm yazılı ve görsel basında, her yerde “Kızılelma” konuşuluyor, yazılıyor. Biraz merak edip araştırırsak ayrıntılara ulaşmamız mümkün. Bazı kaynaklardan özetle; “Kızıl Elma; Türk mitolojisinde üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan, ancak uzaklaşıldığı oranda cazibesi artan ülküleri veya düşleri simgeleyen bir ifade… ‘Kızıl’ Türk kültüründe genellikle kıymetli sayılan bir renk; ‘elma’, bazı yörelerde ‘alma’ ise mistik bir yanı bulunan bolluk, bereket, şifa kaynağı olarak görülen bir meyve… ‘Kızıl Elma’ sembolü elmaya değil, eski Türklerde Güneş ve Ay'ı anlatan ‘Kızıl Top’a dayandığı düşünülür. Bu top, ‘muncuk’ adıyla bayrak ve tuğların tepesini süsleyen, bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yeri ifade etmiştir. Türkistan’dan Hazar Denizi’nin doğusuna gelen Oğuzların, Hazar Kağanının ipek çadırının üzerinde hâkimiyetinin ifadesi olarak bulunan ‘Altın Top’u, yani Kızıl Elma’yı ele geçirmeyi ülkü edindikleri düşünülür.”
Türklerin bir geleneği de “Toy”dur. Hakan; önemli kararlar alacağı veya kutlama yapacağı zaman, tüm hanlarını, beylerini toplardı. Toyda önemli konular görüşülür, kurbanlar kesilir, eğlenilir, yenilir, içilirdi. Bu toylar, yerleşik düzene geçilmesiyle zaman içerisinde değişikliğe uğrasa da devam etmiştir. Türklerin bilinç altında oluşan “Kızılelma” ve “toy” anlayışı ve ülküsü, bugün Anadolu’da düğünlerde devam ettiriliyor diye düşünüyorum.
Anadolu’nun birçok yerinde, özellikle köylerde düğünler bir toy şeklinde geçmektedir. Düğün sahibi; kurbanlar kestirir, düğün süresince gelen misafirleri yedirir, içirir, yatırır, tüm ihtiyaçlarını karşılardı. Bayrak da, yerleşik düzene geçilmesi ile -eskiden olduğu gibi çadır önüne değil de- düğün evinin damına çekilir olmuştu. Her yerden görülecek şekilde erkek tarafının, yani oğlan evinin damına, 10-15 m. uzunluğunda bir sırık bağlanır veya mıh (çivi)’la çakılırdı. Sırığın ucunda bayrak ve kırmızı elma olurdu. Bu törene “Bayrak kaldırma” denirdi. Genelde düğünler güzün (sonbaharda) oluyordu. Çünkü köylünün eline hasattan sonra ancak para geçerdi. “Düğünün güzün olsun” lafı da buradan gelmektedir.
Örnek olarak; Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesi Karaelbistan köyünde (ki Elbistan’ın eski yerleşim yeri olup nenem / babaannem oralı olduğu için çocukken çok sık giderdim) 1960-1970’li yıllarda bayrak kaldırma törenlerini çok gördüm. Tören Perşembe günü davul-zurna eşliğinde yapılırdı. Bayrak direğinin (sırık) tepe ucuna kırmızı bir elma (nadiren nar olurdu) geçirirlerdi. Elma düğün sonuna kadar direğin tepesinde dururdu. Düğünde yaşananları, gelenekleri anlatmak uzun sürer. Düğünler dört gün sürerdi. Pazar günü gelin alayı oluşturulur ve gelin almaya gidilirdi. Gelin alayı oğlan evinin önüne gelip gelin eve girince esas kargaşa o zaman başlardı. Özellikle köyün delikanlıları veya evlenme çağında erkek evladı olan büyükler; düğün bittiği için “Bayrak indirilirken” bayrağı ve elmayı kapma yarışına girişirlerdi. Görmenizi isterdim, nasıl bir mücadele olurdu. Akrabamızın oğlunun düğününde, babamın dayısı rahmetli Durdu Şahin (Arpacı Durdu derlerdi)’in, yaşına bakmadan nasıl bayrak kapma yarışına katıldığını gözlerimle gördüm. Sebebini sonradan öğrendim: Meğer bayrağı veya elmayı kim kaparsa, evlenme sırası o evde bulunan gençlere gelirmiş. Dayımın da çok erkek çocuğu vardı. Demek ki dayımın o andaki “Kızılelma”sı da bu imiş…
Ben, bu geleneğin de Türk insanın bilinç altında gizli olduğunu, zaman içerisinde şekil değiştirerek köy düğünlerinde bu şekle dönüştüğünü düşünüyorum. Yine, “Kam”ların (şaman) kötü ruhları kovmak amaçlı ateş etrafında yaptığı hareketlerin (ayinlerin), bugün düğünlerde hâlâ devam eden “Sinsin Oyunu”na dönüşmesi gibi… Ve daha bir çok Orta Asya geleneklerinin Anadolu’da aynı veya biraz değiştirilerek devam etmesi gibi…
Yukarıda bahsettim: eğer Eski Türk Düşünce Sistemini bilmezseniz; geleneklerimizi, ideallerimizi, hedeflerimizi değerlendiremezsiniz. Kimini de Müslüman olmadan önceki dönemi hafızalardan yok etmek / unutturmak için “İslâm’da yeri yok” der atarsınız.
Tarih; kavga etmek için değil, objektif olmak kaydıyla ders almak, ibret almak içindir. Yönetenler ve yönetilenler olarak ne kadar yanlış yapsak da, Tanrı; Türkler için bir çıkış yolu sağlıyor, Ergenekon’dan çıkarıyor. Meydana gelen bazı hadiselerle gözlerimizi açıyor.
Ülkülerimiz şartlara göre değişse de, “Kızılelma”mız yok olmayacak, hep var olacaktır. Çünkü, o genlerimizde var: Tanrı vergisi…
O halde! Ey Türk, aslına, özüne dön…