Melahat Cafer Mürşüdlü, başlıkla aynı adı taşıyan kitabında: “Türk kelimesini ilk kez annemin “metrika” denilen nüfus cüzdanında rastladım. Babama ait belgelerin içerisinde sararmış, ikiye katlanmış, el kadar bir kâğıtta “milliyeti” hanesinin karşısına “Türk” yazılmıştı. O zamanlar beşinci sınıfta okuyordum.
Bu olaydan çok sonra, 90’lı yıllarda dilimizin, milli kimliğimizin despot Stalin’in bir emriyle değiştirildiğini, dahası Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde yaşayan Türklerin soy kökünden zorla koparılmasına yönelik planlı politikaların zaman içinde nasıl uygulandığını öğrenecektim. Büyüdükçe tarih kitaplarımızda, gazete sayfalarında Türkiye’nin adına daha sık rast geliyordum. Tabii ki Türkler ve Türkiye’den yabancı bir millet ve ülke olarak bahsediliyordu.
Evimizdeki kitap dolabının en alt gözünde paçavralara sarılmış, iple sımsıkı bağlanmış bir paket vardı. Onu her gördüğümüzde babam bize ona kesinlikle dokunmamamız gerektiğini söylerdi. Bense dolabın tozunu her silişimde o esrarengiz pakete merakla bakar, dayanılmaz bir arzu ile onu açmak isterdim. Bir defasında kendime mâni olamadım. Evde kimsenin olmamasından istifade ederek paketi açtım. İki kitap vardı. Kitaplar, o zamanlar İngiliz alfabesi olduğunu düşündüğüm Latin alfabesi ile basılmıştı. Siyah ciltli kitabın kapağında Hüseyin Cavid, diğerinde ise Ahmet Cevad (Çırpınırdın Karadeniz şiirinin yazarı) yazılıydı. H.Cavid’in kitabının sayfalarını karıştırdım. Ancak heceleye heceleye okuyabiliyordum. “Geliyorum, diyorum, iblis, vatan” gibi sözler dikkatimi çekti. Derken ayak sesleri duydum, acele ile kitapları yerine koydum, paketi önceki haline getirmek istedim ama başaramadım. Arkamdan annemin sesini duydum:
- Ver, ben bağlarım! Fakat baban “bunlara dokunmayın” diye tembih etmemiş miydi?
Bir suçlu gibi sustum. Birkaç gün sonra o paket tamamen yok oldu ve bir daha o paketi göremedim. Sebebini o zamanlar hiç anlamamıştım. Cesaret edip soramadım da. Sonraları, üniversite yıllarımda bu şairlerin “vatan haini” olduklarını, eserlerinin sadece okunmasının değil, bulundurulmasının bile yasak olduğunu da öğrenecektim. Elbette 1937’nin kızıl terörünün kurbanları olan Hüseyin Cavid, Ahmet Cevad gibi yüzlerce vatan sevdalısı, bağımsızlık aşığı Türk, Sovyet ideolojisine hizmet edemezlerdi. Ben işte o zaman babamın 30 küsur yıl evde sakladığı, daha sonra yine kayıplara karışan paketin sırrını anladım. Çünkü 1937 zulmü bizim aileden de teğet geçmişti. O yıllarda Azerbaycan Cumhuriyeti Yüksek Mahkemesi’nin başkan yardımcısı olan amcam İsmayıl Mürşüdov ile öğretmen olan ve o sıralar Gence şehrinde Uluslararası Pedagoji Enstitüsü’nde müdür olarak çalışan 32 yaşındaki babam hapsedilmiş, tabii ki aileler ve akrabalar da perperişan düşmüşlerdi. Çünkü her ikisine de “halk düşmanı” damgası vurulmuş, daha sonra amcam kurşuna dizilmiş, babam ise tüm işkencelere göğüs germiş ve bir tesadüf sonucu “masum” olduğu tespit edildikten sonra tahliye edilmişti. …1990’lı yıllarda Azerbaycan’ın bağımsızlığı için mücadele başladığında biz ailenin beş çocuğu da ön saflarda idik. 1991 yılında ben kendi biyografime “milliyeti” kelimesinin karşısına ilk defa “Türk” yazacaktım.”
Sayın Mürşüdlü ile 1999 yılında sendikada görevde iken tanışmıştık. 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlamaları çerçevesinde davetimize icabet ederek Ankara’ya gelmişti. 2001 yılı sonunda da bir faaliyet dolayısıyla Bakü’ye gitmiştik. Bu ilişkilerimizin devamında, diğer Türk Devlet ve topluluklarındaki “Türk Öğretmen Dernekleri” ile birlikte Uluslararası Avrasya Eğitimcileri Federasyonunu oluşturduk. Zaman zaman farklı ülkelerde yapılan çeşitli toplantı ve faaliyetler çerçevesinde bir araya geliyoruz.
Federasyonun genel kurulu vesilesiyle Nisan ayında Ankara’ya geldiğinde “Türk Defteri” isimli kitabını hediye etmişti, kısa sürede okudum. Kitap yaklaşık 260 sayfadan oluşuyor: 121 sayfası Türkiye Türkçesi, 123 sayfası da Azerbaycan Türkçesi’dir, 20 sayfalık ara bölümde ise Türk büyüklerinin resimleri yer almaktadır. Kitap POST yayınevi tarafından basılmıştır.
Kitabının önsözünde: “Bu benim ikinci kitabımdır. Ve onu ‘Türk Defteri’ diye adlandırdım. Adın seçilmesi tesadüf değildir. İçerikten görüleceği üzere yıllar geçmesine rağmen hafızamdan süzülüp gelen hatıralarımın kahramanı Türk ve Türkçülüktür. …Çünkü benim neslim tarihimizin çarpıtıldığı, dilimizin unutturulduğu, düşüncemizin mankurtlaştırıldığı bir dönemde yaşadı, eğitim aldı. Milli bağımsızlığımız bana ve benim gibi milyonlarca insana milli kimliğini, tarihini, kültürünü, geleneğini tanıttı.”
Kitap; yazarın çocukluk, gençlik hatıralarının ve yaşadıklarının yanı sıra gezip gördüğü, bulunduğu yerlerle ilgili bilgiler de vermektedir. Kitabı okurken, hüzünlendiğim anlar olduğu gibi sevindiğim ve mutlu olduğum anlar da oldu. Çünkü kitabında bahsettiği bazı yerleri ben de görmüştüm. Yıl 1944, Stalin dönemi: Kırım’dan sürülen Tatar Türkleri; Kafkasya’dan, hemen burnumuzun dibinden sürülen Ahıska Türkleri, Kafkasya halkları… Türk Dünyası’nın bir başka yürek acısı: “Karabağ”. Mürşüdlü, Azerbaycan’ın Tovuz şehrinde doğsa da, aslen Karabağlı’dır. Onun için tespitini çok yerinde buldum: “XX.yüzyıl tam olarak Türklerin kendi ata yurtlarından kovulması yüzyılı olarak değerlendirilebilir.”
Kitaptan yine bir alıntı: “70’li yıllardı. Azerbaycan’ın Sovyetler Birliği’ne katılmasının 50.yıldönümü kutlamaları için hazırlıklar yapılıyordu. Kardeşimle caddede yürüyorduk. Kardeşimden, Azerbaycan’ı İran ve Rusya arasında bölen Gülistan ve daha sonra 1828 yılında imzalanan Türkmençay anlaşmalarının adını ilk kez duydum. 28 Mayıs 1918’de ülkemiz Çarlık Rusyası’nın esaretinden kurtulup kendi özgürlüğüne kavuşmuştu. Bakü, Osmanlı Devleti’nin gönderdiği ordunun yardımı ile Rus ve Ermeni işgalcilerden kurtulmuştu. Hatta yardıma gelen ordudaki Türk askerlerinden binlercesi bu savaşlarda şehit oldu, dedi.
1920’de 2.Kızılordu’nun marifeti ile Bakü ve Azerbaycan, tekrar Ruslar tarafından işgal edildi ve daha yeni kurulmuş olan cumhuriyetimiz maalesef ortadan kaldırıldı. Cumhuriyetimizin kurucuları ise Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldılar. İşte böylece Azerbaycan, Sovyet Rusyası ile birleştirildi. Bu konuşmamızdan tam 20 yıl sonra yıllarca gizli tutulan bu tarihi gerçekleri (Derslerde anlatılan Azerbaycan’ın gönüllü SSCB katıldığı ifadelerinin yalan olduğunu) öğrenecektik.
Yazar, kitapta bir çok tarihi bilgileri de bize sunmaktadır: “Yolumuz Dağıstan’a idi. Derbent şehrinde otobüsümüzü durdurduk. Köroğlu’nun Derbent yolculuğunu hatırladım. Derbent şehrinin geçmişine dair başlıca yazılı tarihi kaynak Derbendname adlı eserdir. Derbent, ortaçağın ilk dönemlerinde Kafkas kaynaklarında Çora Kapısı, Çola Kapısı, Cora Kapısı, Çoga Kapısı, Hun Kapısı olarak adlandırılmıştır. Türk-Osmanlı kaynaklarında ise Demirkapı, Hun Geçidi, Demirkapı-Derbent olarak anılmıştır. En az 1300 yıllık tarihi olan “Kitab-ı Dede Korkut” destanında da Derbend’in adına rastlanır. 1636-1638 yılları arasında Azerbaycan’ın bir çok şehrinde bulunmuş Alman gezgin ve diplomatı Adam Oleari, Dede Korkut’un mezarının Derbend’de olduğunu kaydetmiştir.”
“Sovyetler döneminde sadece Azerbaycan’da değil, hatta diğer Türk devletlerinde de kutlanmayan milli bayramlar arasında Nevruz Bayramı özel bir yer tutuyordu. Çünkü bu bayram milli kimliğimizi özünde tam olarak yansıtan geleneğini, mutfağını, oyunlarını, şarkılarını, halkın sevdiği Köse, Kel, Bahar Kızı gibi tipleri yaşatıyordu. Fakat yasaklara rağmen Nevruz Bayramı her ailede kutlanıyordu.” Kitabı okurken, yazarın şair yönünün de olduğunu; yazı aralıklarına iliştirdiği ve kitabın sonuna koyduğu millî duyguları ifade eden şiirlerinden anlıyorsunuz…
Yazımı, yazarımızın bir tespiti ile bitirelim: “1915 yılında Çanakkale Zaferi ve ondan üç yıl sonra da Nuri Paşa’nın Bakü seferi olmasaydı, acaba bugünkü Türkiye ve Azerbaycan haritaları hangi durumda olurdu?”
Ve son söz, yine kitaptan bir atasözü olsun: “Hak incelir fakat kopmaz.”