Sayın Burhan Ayeri, “Uzman Gözüyle Üniversitelerimiz” başlıklı (22/07/2019 - Yeniçağ) yazısında; “Dr. Göktan Ay'ı tanıdığım günden beri Akademik Teşkilat Kanunu'ndaki eksik ve yanlışları düzeltme mücadelesi veriyor. Ona göre akademisyenler üretime katkı için hazır. Bunlar idealistler. Bir de öbür gruplar var ki kıllarını kıpırdatmıyor.” diyor.
Devamla, “Her problem halledilmiş, akademik barış oluşmuş gibi ana hedef rektör olmak. Nasıl olsa liyakat ve ehliyet, birikim ve yayın özellikleri kalktı. ‘Üniversite sorunları’ hakkında tek makalesi olmayanlar dönemindeyiz. En dramatik olan, rektör olunca neler yapacağına dair raporu olmayanlar iş başında.” diyerek, bazı rektörlerin çıkarttıkları sıkıntıları ve üniversitelerdeki sorunları maddeler halinde sıralamış.
Yazının üzerinden bir hafta geçmeden yeni rektör atamaları yapıldı: “Ehliyete, liyakata” yine uyulmadı. Kendi gibi düşünenleri veya partiden aday olanları atadı. İlginç olansa, “ilahiyat” kökenlilerin tercih edilmesi, hatta “Teknik Üniversitelere” bile “ilahiyatçı”ların atanması… Her halde atadıkları rektörlerin, özellikle “ilahiyat kökenli”lerin; sorunları daha çabuk çözeceklerini ve eğitimi krizden çıkaracaklarını düşünüyorlar! Bizim bilmediğimiz veya tahmin edemediğimiz, mutlaka bir kabiliyetleri vardır: Belki de “keramet ehli”dirler; okurlar, üflerler ve dağlar kadar yığılan sorunları bir anda çözerler! Belli mi olur!..
Şaka bir tarafa, ama şahsen; geldikleri yerler, bulundukları ortamlar, yetişme tarzları itibariyle başarılı olacaklarını düşünmüyordum. Devlet yönetmek, şirket yönetmeye benzemez; başta devlete bağlılık, sevgi ve zihniyet işidir. Bunlar, “Atatürk’e, Cumhuriyete, kuruluş ilkelerine, yapılan işlere” hep karşı oldular, “Türk’e, Türk Milleti’ne ve Türk Milliyetçiliği”ne inanmazlar. “Osmanlı Devleti’ni, Cumhuriyeti kuran kadroların yıktığını” sanırlar. Bu devlete karşı kin, nefret ve intikam dolular. Yılardır beyinleri böyle işlendi. Bakmayın “Osmanlıcı” geçindiklerine, Osmanlı’yı da bilmezler, çünkü okumazlar. Cehaletlerini icraatlarında görebilir, söylemlerinden anlayabilirsiniz. “Bilinç altı” bu düşüncelerini -saklamaya çalışsalar da- ellerinde olmadan, gayriihtiyari ortaya dökerler.
O sebeple zihniyeti farklı olanların, atamalarda “liyakat, ehliyet, tecrübe, bilgi, birikim” gibi özellikler aramalarına gerek duymamaları çok normaldir. Evet, şaşıyoruz ama, bu uygulama sadece üniversitelere mahsus da değil, devletin diğer kurumlarında da yapılmaktadır. Bugün devletin sahibi gibi davranıyorlar ve her bakımdan -kendileri de taraftarları da- fevri, cüretkâr, Türk töresine ve İslâm ahlâkına uymayan tutum ve davranış içerisindeler.
Bürokrasiye getirilecek akademisyenlerin çok iyi araştırılması gerekmektedir. Bilim insanı olmakla yönetici olmayı ayırmak lâzım. İşinin ehli ve yöneticilik kabiliyeti olanların atanmasına özen gösterilmelidir. Akademisyenlerden, daha çok alanları ile ilgili yapılacak “komisyon çalışmalarında” faydalanılmasının uygun olacağını savunuyorum. MEB’na genel müdür olarak atanan akademisyen kökenli genel müdürlerle çeşitli toplantılarda bulundum. “Doç. Dr.” titri olan bir genel müdürle çalıştım. Yükseköğretimle ilişkiler şubesi müdürü olarak bir çok “bilimsel toplantı”larda akademisyenlerle bir araya geldim. Bu toplantılarda onlarla konuştum, görüşlerini aldım; onların tutumlarını, davranışlarını ve hareketlerini uzaktan gözlemledim.
Şunu fark ettim: Bu hocalar, belki kendi alanlarında çok iyi yetişmiş olabilirler ama, devlet ve kurumlar hakkında fazla bilgi sahibi değiller. Konularını da genelde teorik olarak biliyorlar. Ayrıca, bu toplantılarda bakanlara, siyasilere yaklaşımları da hoşuma gitmedi: Doğruları söylemekten çekiniyorlar, saygıyı abartıyorlardı. Bilimsel değerlere ve çalışmalara önem vermekten daha çok, “bir partide görev almak veya bir genel başkana danışman olmak” için çabalıyorlardı.
Tabii ki, tüm akademisyen arkadaşları bu kategoriye katmak istemem: Ama gözlemlerimi ve gördüklerimi anlatıyorum. Yoksa kendilerini fazla öne çıkarmayan, çalışkan, emek veren ve değer katan -benim de tanıdığım- bir çok akademisyenimiz var. Onları “tenzih” ediyor, özür dileyerek ayrı tutuyorum. Lütfen aşağıya yazdıklarımı iyi niyetle ele aldığımı düşünsünler. Ancak, bunları sadece ben söylemiyorum: Bakanlıkta bu tür sözler hep konuşuluyor, kendilerine de ulaşıyordur:
- Yöneticilikte çok zayıflar, bir çoğunun hiç yöneticilik kabiliyeti yok.
- Hiyerarşiyi bilmediklerinden astları ile konuşma ve diyalog da ölçüyü kaçırıyorlar.
- Devleti tanımıyorlar ve devlette işlerin nasıl yürüdüğünden haberleri de bilgileri de yok (Daha önce devlet kurumlarında görev yapanlar hariç).
- Mevzuatı bilmediklerinden, uygulama imkânı olup olmadığına bakmaksızın hazırladıkları mevzuat değişikliklerini yürürlüğe koyuyorlar ve sonu hüsranla bitiyor. Sundukları önerilerin “pratikliği, uygulanabilirliği var mı, uygulanırsa ileride ne gibi sonuçlar doğurur veya nasıl bir verim alırız?” gibi hususlarda öngörüleri de tahminleri de zayıf.
- Hiç devlette çalışmadan doğrudan bürokraside görev alanlar (ki çoğunlukla böyledir), eskilerin deyimiyle “devlet umuru görmediklerinden” üzerlerinde “devlet adamı” görüntüsü bulunmaz. (Zaten kılık kıyafet de hak getire!..)
- Makam odalarından pek çıkmazlar, zaten çoğu zaman göreve gittiklerinden makamlarında da bulunmazlar.
- Üniversite alışkanlığından olsa gerek, odalarına kapanıp çalışmalarını bireysel yaptıklarından “takım çalışması”na yabancılar.
- Yurt dışına veya yurt içine göreve giderler, bol bol yolluk alırlar. (Her yıl bütçeye konulan geçici görev yolluğu ödenekleri kısa sürede biter.)
- Bilgi alma amacıyla da olsa astlarıyla veya personelle görüşmezler. Dolayısıyla kendi personelini tanımadığı için yolda karşılaşsalar yabancı sanır, selamını bile almazlar.
- Tecrübeli personelden yararlanmayı, onlardan bilgi almayı kendilerine yediremezler.
- Bazıları namazlarını “şov”a dönüştürürler; abdest için gömleğinin kollarını ve ayak paçalarını sıvar, terliklerini giyer ve herkesin göreceği şekilde koridordan yürüyerek abdest almaya gider. (Abdestli ve namazlı bir insan olarak daha fazla yazmayayım!)
Aslında çok değerli, yetişmiş veya kendini yetiştirmiş insanlarımızın olduğuna inanıyorum: Ancak, “işi ehline vermedikleri” ve “liyakate dikkat etmedikleri” için, sanki Osmanlı’nın son döneminde ayyûka çıkan “kaht-ı rical” durumunu yaşıyoruz. Yani, devlet adamı kıtlığı ve beceriksizliği…
Sayın Ayeri: “Duraklama Devri devlet adamlarının seviye ve ehliyet bakımından en zayıf olduğu dönemdi. Devlet yönetiminde sadakat, liyakatin önüne geçmişti. O zaman 'baş üstüne, emriniz olur' ve 'Allah sizi başımızdan eksik etmesin' diyecek kişiliktekiler önemli yerleri işgal etmişlerdi. Oysa Nisa Suresi'nde ne yazıldığına bakılmalıdır; 'Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve görev verildiğinde insanlara adaletle hükmetmenizi emreder.' Bazı makamlar yan gelip yatma, hava atıp mağdur yaratma yerleri değildir. Sorunları çözme makamıdır. Yeniler bilmez ama eskiler böyle öğrenmiştir.” demektedir.
Hatırlarsanız bir ara da “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” demişlerdi. Şu anda devletin bütün kurumları “yan gelip yatma ve bedavadan para kazanma yeri” haline geldi. İnanmayanlar, kurumları gezer ve orada çalışanlara sorabilir.
(AYM’nin son kararıyla yeniden gündeme giren bir başka akademisyen gruptan da kısaca bahsetmek isterim: Üniversitelerimizde bir de PKK sevicileri var; kimisi gerçekten PKK’lı, kimisi “hümanist” ayaklarına “insan hakları ve özgürlükler” diyerek, devlet ve millet düşmanlığı yapmaktadırlar. Bunlar da ayrı problem.)
Açıkçası mevcut durumdan kimler memnun veya kimler şikayetçi… Ama bir gerçek “devlet aklı” da “devlet hafızası” da kalmadı.