Dr. Erdal Küçükyalçın’ın “Turna’nın Kalbi (Yeniçeri Yoldaşlığı ve Bektaşilik)” adlı kitabından alıntılar yaparak “yeniçeriler” konusuna devam edelim.
“Sultanın bu yeni ordusunun Müslüman olması gerektiği hususunda herhangi bir şüphe yoktur. Ancak çok sayıda devşirmenin Müslüman yapılması için sistematik bir araç gerekiyordu. İşte bu noktada Bektaşi tarikatı devreye girmektedir.
Bektaşiliğin, her ne kadar Yeniçeri Ocağı’nın kurulduğu devirde henüz kâmilen kurumsallaşmış bir tarikat yapısında olmadığı düşünülüyorsa da, aslında Hacı Bektaş’ın daha o dönemde Anadolu’nun en çok tanınan ve saygı duyulan dini önderlerinden biri olarak kabul edildiği görülür.
Yeniçeri Ocağı’nın kurucusu I. Murad’ın saltanatının hemen öncesinde Orhan Bey’in anne tarafından dedesi olan Şeyh Ede Bali’nin Hacı Bektaş ile birlikte, Amasya’da yaşamış bir Vefai dervişi olan Baba İlyas’ın müridi olduğunu ve Ede Bali’nin de diğer müritleri gibi Baba İlyas’ın yokluğunda Hacı Bektaş’a uyduğunu öğreniyoruz.
Ede Bali’nin Osman’ın parlak geleceğini görerek kızı Mal Hatun ile evlendirdiğini de bildiğimize göre Osman ocağı ile Hacı Bektaş arasındaki ilişkinin mahiyeti anlaşılır hale gelmektedir. Buna aynı Ede Bali’nin Ahilerde gelenek olduğu üzere “ayende ve revende” yani yolculuk yapanlara hizmet veren bir misafirhaneye sahip olduğu bilgisi de eklenince Osman’ın damadı olarak desteğini sağladığı bu saygın kişinin Hacı Bektaş’la ilişkisi daha da önem kazanır.
Orhan’ın oğlu I. Murad saygın bir Ahi şeyhiydi ve Hacı Bektaş kompleksinin ana binasını yaptırmıştı. Ahi teşkilatı ile Osman ocağı arasındaki ilişkinin giderek güçlenmekte olduğunun somut işareti Orhan’ın oğlu I. Murad’ın Ahilik icazeti verme yetkisine sahip seviyede bir Ahi olmasıdır. Ankara Kalesi, Ahiler tarafından Murad’a henüz tahta yeni çıktığı 1361 yılında savaşmadan teslim edilmiştir.
Tüm bu bilgiler Hacı Bektaş ile Osman ocağı arasındaki ilişkinin tesadüfî olmadığını kanıtlar niteliktedir.
Tarikat gayrimüslimlere olduğu gibi Türk ya da Türkmen olmayanlara da açıktı. Yani Alevilik için kan bağı olmazsa olmaz şart iken Bektaşilik kanbağını bir şart olarak görmez ve devşirmelerin durumunda olduğu gibi başka bir din veya ırktan insanları kabulde bir sakınca görmez.
Bektaşilik; hoşgörülü, kolay anlaşılabilir, özellikle taşralı sayılamayacak ancak Ortodoks ulema tarafından anlatılan “yüksek İslâm”la aynı da olmayan ve en önemlisi de inisiyasyon, yani ikrar (tarikata giriş töreni) yoluyla yeni katılımlara açık bir İslâm anlayışını temsil etmekteydi. Bu vasıfları nedeniyle devletlerinin genişleme dönemi boyunca Osmanlı sultanları Bektaşiliğin gelişmesini desteklemişlerdir.
O (Hacı Bektaş-ı Veli); Mevlana Celaleddin-i Rumi, Baba İlyas, Ahi Evran, Şeyh Ede Bali ve Ertuğrul gibi ünlü simaların çağdaşıdır.
Bektaşi geleneğinde Hz. Muhammed, Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin Pençe-i Al-i Abâ adı verilen birleşik bir grubu ifade eder. Dolayısıyla aynı zamanda Farsça beş anlamına gelen beş parmağı ile pençe (el) Bektaşilik için kutsal bir simge halini alır. İşte yeniçeri alay sancağında Zülfikâr ile birlikte yer alan elin simgesel anlamı budur. Pençe sembolü bazı ortalar tarafından flamalarında ortalarını temsilen taşınacak kadar benimsenmiştir.
Bektaşi geleneğinde “çerağ”, ruhun aydınlanması ve uyanışını temsil eden bir semboldür. Çerağ, yani mum canlı bir varlık gibi “uyandırılır” ve “uyutulur” ya da “dinlendirilir”. Çerağ bir mum olmakla birlikte işlevi aydınlanma aracı olmaktan ibaret basit bir mum değildir. O, kendisinden başka mumların yakılacağı bir ışık kaynağıdır.
Bektaşi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ve Makalat’ında yer alan Dört Kapı, Kırk Makam prensibinde kristalize olan öğretisinin takipçisi olan kişidir. Bir Bektaşi ancak ikrar ayini adı verilen yola giriş töreninden geçtikten sonra Bektaşi olur ve iç içe geçmiş çemberlerden geçerek merkeze, yani Kutbü’l-Aktabmertebesine doğru yolculuğuna devam edebilir. Bir Bektaşi ayin-i cem’e katılarak gülbanglar okur. Bektaşi olan yeniçeriler de bu kurala bir istisna teşkil etmezler.
Yol, bir Bektaşi terimi olarak bireyin yukarıda bahsi geçen dört kapıdan geçerek yaptığı ruhani yolculuğu anlatır. Yol Bektaşiliğin ta kendisidir. Yola girmek yoldaş olmaktır.
Bektaşilikte müşahede, yani “şahit olma” yolun dört kapı kırk makamının sonuncusudur. Gerçekten de Arapça bir kelime olan “müşahede”, “görmek, şahit olmak” anlamına gelen “Şuhud” kelimesinden gelir ki, bu da İslâm uğruna ölenler için kullanılan “şehid” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. …Bektaşiliğin son aşaması “müşahede”; “İlahi güzelliğe”, yani Hakk’ın cemaline şahit olmak anlamına gelmekte olup “şehitlik” savaşçıyı “Tanrı ile birliğe” ulaştıran hızlı ve kesin bir kısa yoldur.
Mücerretlik (evlenmemek, bekârlık) Bektaşi dervişliğinin geleneklerinden biridir. Mücerretlik, yeniçerilerin savaşa her gidişlerinde geride bıraktıkları (eş, çocuklar, olası diğer akrabalar) için endişelerini önlemeye yönelik uygun bir araçtı. Müslüman ve Türk yapılarak kendi ailelerine de yabancı kılındıkları düşünüldüğünde, yöntemin onları tüm bağlarından koparmak olduğu anlaşılır.
Yeniçerilerin evlenmelerine ilkin Sultan I.Selim tarafından ihtiyarlara mahsus bir ayrıcalık olmak şartıyla da olsa izin verilmiş ve Ocağın mücerretlik kanunu ihlal edilmişti. Yine de sistem mücerretleri sonuna kadar kollamaya devam etmiştir.”
Haftaya devam…