Kazakistan’lı Prof.Dr. Dosay KENJETAY’ın “Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi” adlı (Hoca Ahmet Yesevi Ocağı Yayınları, Ankara 2003) kitabından çıkarttığım özete ve alıntılara bağlı kalarak yazımıza devam edelim.
“Tarihte, Hoca Ahmet Yesevi’nin yaşadığı zaman ve zeminde, Türklerin dört asır boyu İslam Medeniyeti ile tanıştıkları ve bazı bölgelerin kavimler halinde Müslümanlığı benimsedikleri bilinmektedir.
Bu dönemi (Karahanlılar), Türk Kültür tarihinde, kendi kültür ve dil varlıklarının Arap ve Farisilerinkinden aşağı olduğu düşüncesine kapılmış bazı âlimlerin aksine, Türk kültür ve dünya görüşünün temeli olan Türk dilini önemli düzeye getiren, yeni bir ruhani yükseliş devri olarak nitelendirenler de mevcuttur. …Yesevi devri, Türk kültürünün gelişimi ile değişimi olgusunun gerçekleştirilmesindeki dilin önemini vurgulayan bir Rönesans devridir diyebiliriz.
Yesevi’nin, kendi devrinin en kuvvetli bilim merkezleri ve tasavvuf ekollerinden eğitim gördüğünü, Arap ve Farsî dillerini de iyi bildiğini tarih sayfalarından öğrenmekteyiz. Ancak, Yesevi, hikmetlerini kendi ana dilinde söylemiştir. Hâl ilminin gereği olarak, sufinin amacı ilk önce kendi halkı ile bütünlük içerisinde gerçeğe ulaşmaktır. Yesevi, ‘beni bilsinler’ diyenlerden değil, ‘halkımı tanımalıyım’ diyenlerdendi. Yesevi, halkını sevmek, tanımak, onun diliyle, derdiyle bir olmaktan geçeceğinin örneğini sergileyen bir zattır. Yesevi’nin hikmetlerinde İslam ve Türk esaslarının bir bütünlük içerisinde olduğu bir gerçektir.
…X.yy.dan itibaren İslami bilim merkezlerinin gelişmesiyle, eğitim ve öğretim ocağı olan medrese ve tekkelerin çoğalmasıyla, toplumsal, dinî, ahlakî ilkeleri ve ekonomi ile ticaretin büyümesine dayanan yeni bir devlet sistemi oluşmaya başlamıştır. Karahanlılar döneminde Maveraünnehir şehirleri Müslüman ve Müslüman olmayanlara bölünmüştür. Müslüman olmayanlar vergi, Müslümanlar ise zekatla toplumdaki insanların sosyal durumunda bir eşitlik duygusunu, yardımlaşmayı, dini kardeşlik ve hoşgörülük değerlerini oturtmuştu.
Hoca Ahmet Yesevi’nin doğduğu Sayram (İsfidcab) şehri, Yesevi dünyaya gelmeden 100-150 yıl önce İslam ile tanışmıştı. Sayram şehri, Abbasilerin sınır ve ribat bölgesiydi. Bu şehirden, meşhur İslam fıkıh okulu Hanefi mezhebi ulemaları çıkmıştır. Mahmut Kaşgarlı, Sayram şehrinin ‘Medinatü’l Beyza (Ak Şehir)’ olarak da adlandırıldığını kaydetmiştir. Yesevi ilmi veya kültürü zikrettiğimiz siyasi, tarihi ve sosyal şartlar zemininde oluşmuştur.
Ancak, Yesevi’den önce Türk İslam Medeniyeti ufuklarının önemli bir siması, zamanının bilgini ve siyaset adamı Yusuf Has Hacib Balasağunlu gelmektedir. Balasağunlu, Karahanlı hükümdarı Tabğaç Buğra Karahan Ebu Ali Hasan bin Süleyman Arslan Kağan’a ‘Kut’adğu Biliğ’ (1069-1070 yılı yazıp bitirmiştir) isimli eserini bağışlamıştı. Buradaki ‘ad veya id’ ekinin eski Türk dilinde ‘verilmiş, gönderilmiş’ anlamında kullanılması, eserin Kuttan verilmiş bir bilgi olduğunu çağrıştırmaktadır. 6654 beyitten oluşan bu eser, Farabi ve İslam meşşailerinin etkisiyle yazılmış bir Siyasetnâme’dir.
İbn Sina’nın talebesi olduğu bilinen Yusuf Balasağunlu, Farabi gibi, faziletli devletin yönetim sistemini dört kişi arasında gerçekleşmiş sohbetlerle vermeye çalışmıştır. O devirlerde bilim ve ilim dili Arapça ve Farsça olmasına rağmen, eserin Türk dilinde yazılmasının İslam Medeniyeti çerçevesindeki Türklük kültür tarihinin yeni bir dönemi olarak nitelendirmek mümkündür. Balasağunlu, bu eseriyle yeni bir Türk İslam toplum nizamını ve özellikle siyaset ve ahlak felsefesinin oluşumuna önemli katkıda bulunmuştur.
Kaşgarlı Mahmut da 1077’de Abbasi halifesi Muktedi Billah’a ‘Divan-ı Lügati’t Türk’ isimli eserini bağışlamıştır. Bu eser, Türk dilinin zenginliğini göstermesi, Araplara Türk dilini öğretmek amacıyla yazılmış olması ve muhtevasında eski Türk dili, dünya görüşü, geleneği ve değerlerini barındırması bakımından ve ayrıca o devrin tarihi şartları ve durumundan haber vermesi açısından da çok değerli bir eserdir.
Bu devirde kaleme alınmış Edip Ahmet Yuğnaki’nin ‘Atabatü’l Hakaik’ ve Rabğuzi’nin ‘Kısasü’l Enbiya’ gibi dini ahlaki eserlerinin önemi büyüktür. Bu eserde (Atabatü’l Hakaik) ayet ve hadislerle Türklere öğretilmesi gereken ahlaki ve dini eğitimin aksiyolojik esasları yer almıştır.
Bu dönemde Türk diline Kur’an tercüme ve tefsirleri yapılmış, fıkıhta Hanefi mezhebi temsilcileri olan Serahsi, Pezdevi, Dabusi ve Marginani gibi ulemalar değerli çalışmalarıyla Türklerin Hanefi mezhebini benimsemelerini sağlamışlardır. Kur’an tercümeleri büyük bir özenle yapılmıştır. İlk Kur’an tercümesi eski Türk dini açısından çok önemlidir. İlk tercümede Kur’an kavramlarının Türkçe karşılıkları mevcuttur.
Türklerin Müslüman olmalarında Orta Asya’da cereyan eden Sünni, Şii ve tasavvuf akımlarının önemli tesirleri vardır. İslam dini, Horasan ve Batı Türkistan’a tasavvuf yoluyla nüfuz etmiştir. Sonuçta tasavvuf kültürü zemininde, bir Türk Müslümanlık anlayışı oluşmuştur. Bu anlayış, Eski Türk Düşünce tabakalarında bir ‘yeniden doğuşun’ (el-mevlüdü’s-sani) gerçekleşmesi sonucunda vücut bulmuştu. Tarihte, Türklerin yeniden doğuşu veya Müslümanlığı benimsemesi olgusu Hoca Ahmet Yesevi ismiyle yakından alakalıdır.
Ancak, teorik ve metodolojik açıdan bakıldığında Yesevi ilminin esasta kalp, zevk, vecd yöntemleriyle ilahi bilgiye (marifet) ve iç manaya (batın) yönelik düşünce tarzı olduğunu görürüz.
Tarihe baktığımızda Melamiye ekolü, genel olarak daha çok Türkler tarafından benimsenmiş bir tasavvufi akımdır. Yesevi ilminin teorik zemini de Melamiyye’dir. Melamiyye, insan psikolojisine dayalı tasavvufi ekol olarak, amaç ve ilke bakımından bir ahlak felsefesidir. Melamiyye’nin en başlı özelliği, insanın psikolojik hallerini araştırmaya yönelik ve Allah’a zevk, vecd ve istiğrak yöntemleri ve teslimiyetle ulaşmayı amaçlayan bir yoldur. Melamiyye’nin esas felsefi ve sosyal amacı halka hizmetten geçen bir Hak’â hizmettir. İlkesi de insanı sevmektir.
…eski Türklerin rasyonel düşünce ve akımlara karşı daha açık ve meyilli olduklarını görmek mümkündür. Bunun yanı sıra, Türklerin, tasavvuf kültürüne olan yatkınlıklarının nedeninin, eski mistik düşünce sisteminden kaynaklandığını ve Eski Türk Düşüncesinin temel unsur ve doğasından geldiğini düşünüyoruz. Aslında Türklerin, bilim ve kültürdeki gelişimi ile beraber, dini hayatın sezgisel, doktrinsel ve pratik alanlarında da rasyonel, felsefi ve estetik açıdan derinleştiklerini söyleyebiliriz.
Tasavvuf tarihinde tarikatlar dönemi, beraberinde İslam’ı yeniden algılamayı, toplum özelliklerine göre kurumlaşmayı ve belli bir kültür zeminlerini birleştirici dinamikleri bir araya toplamayı başaran bir veya birçok merkezlerin ortaya çıkmasını sağlayan manevi ve sosyal olgudur.”
Haftaya devam…