İlber Ortaylı’nın Timaş Yayınları arasından çıkan yeni kitabı Türklerin Tarihi, göçebe bir kavimken Ortadoğu’nun güçlü uygarlıklarından birini
tesis eden Türkler’in günümüzde de çok konuşulan menşei tartışmalarıyla başlıyor. Ardından Orta Asya’dan Anadolu’ya göç edip bölgeyi
Türkleştirmeleri ve orada inşa ettikleri kültürün esaslarıyla devam ediyor. Kitapta ayrıca, Türkler’in adının nereden geldiği ve bu coğrafyaya ne zamandan beri “Türkiye” dendiği tartışmalarının tüm detayları, kazanılan önemli savaşlar ve geri çekilmelerle, dahası ıstıraplı toprak kayıplarıyla bugünkü halini alan Anadolu’nun hikâyesi de sunuluyor.
Erdal DOĞAN- BUGÜN GAZETESİ
BOZKIRLARDAN AVRUPA KAPILARINA
Ortaylı kitapta, Türkiye’nin Malazgirt Savaşı’yla Bosna’nın fethi arasındaki 400 yıl boyunca Avrupa açısından önemli bir ülke ve baş edilmesi gereken bir sorun olmasının gerekçelerini, dahası Oğuzlar’dan Kıpçaklar’a, Peçenekler’den Selçuklular’a ve büyük bir imparatorluk olan Osmanlılara kadar uzanan ve sadece Türklerin değil; Ruslar’ın, Memluklular’ın, Karakoyunlular’ın, Gazneliler’in, Safeviler’in, Çinliler’in, Hintler’in ve Araplar’ın tarihine değiniyor.
Kısacası, Orta Asya’nın bozkırlarından Avrupa’nın kapılarına, İlber Ortaylı’nın satırları arasında dolaşmak isteyen her yaştan okura seslenen kitaptan bazı bölümleri sizler için derledik.
Yazar: İlber Ortaylı
Türü : Tarih
Yayınevi: Timaş Yayınları
Baskı: 2015
Sayfa: 320
SEÇİLMİŞ BÖLÜMLER...
Gerçek zamanlı tarihi kaynaklar yok
Osmanlı tarihinin ilk kaynakları maalesef 15. asırda verilmiştir. Devlet kurulmuş, 14. asır boyunca hiç de yabana atılmayacak bir ilerleme yaşanmış, ortaya bir Balkan imparatorluğu çıkmış, 1402’de Ankara Savaşı’nın ardından önce bir dağılma ve akabinde şahane bir toparlanma gerçekleşmiştir. Fakat ilk vakayinamelerimiz II. Murad, II. Mehmed (Fatih) ve sonrasına aittir.
Maalesef kuruluş meşakkatini ve ideolojisini gerçek zamanlı olarak veren tarih kaynaklarımız mevcut değil. (sf.262)
O defter henüz kapanmadı
Türkiye’nin yüzyıllar önce açılan tarih defteri henüz kapanmamıştır ve sık sık da görüyorsunuz ki bu defter kapanmaz. Onun için tarih bilmek; nereden geldiğinizi, nasıl yurt edindiğinizi öğrenmek zorundasınız. Nitekim sürekli önünüze söz konusu defteri çıkartacaklar ve bundan kaçma imkânı yoktur. (sf.60)
Herkes kendi safdillerini bulur
1920’lerin Avrupa’sını tetkik ve mütalaa etmeden hiçbir şekilde İstiklal Savaşı’nı ve savaşın dış politikasını anlayamazsınız. Zaten Ankara hükümetini tasavvur ve tasvir etmek mümkün değildir; yoksa yavan, hatta yanlış bilgilerle oyalanırsınız. Ya da İngilizler Mustafa Kemal’i iş başına getirmişler diye biri bir laf eder, inanılacak şey değil. Herkes kendine inanacak ve sözlerini tekrarlayacak safdillerini bulur.
Enteresandır ve doğrudur, hafızası olmayan toplumların nerelere gideceğinin, sürükleneceğinin, dahası neler yapabileceğinin hesabı olamaz. (sf.63)
Milli Eğitim otoriteleri hayal görüyor
Ben bu memlekette 400 tane okulun binlerce öğrencisine Osmanlıca öğretecek sayı ve nitelikte bir öğretmen grubu tanımıyorum, dahası böyle bir durumun varlığına da inanmıyorum.
Buna inandığını söyleyen Milli Eğitim otoriteleri bence ya hayal görüyorlar ya da göz boyamaya çalışıyorlar. Sosyal bilimlerde, hukukta, ilahiyatta uzman yetiştirmek zordur. Batı’nın 18. ve 20. yüzyıl arasındaki en büyük başarılarından biri hümanist gymnasium’lar dediğimiz liselerdi. (sf.85)
Alparslan’a sorsanız o da bilmezdi
Malazgirt Savaşı Anadolu’nun kapılarını açan ilk adım değildir. Daha evvel Danişmendiler var ama hakikaten bu tarihî savaşla kapının açılması söz konusu... Bazen insan nasıl bir iş başardığının farkında olmaz. Keza o gün Alparslan’a sorsanız on sene sonra Türklerin Sivas’a, iki yüz sene sonra da Balkanlara açılacağını bilemezdi. (sf.147)
Türkler sadece o alanda üstün
Türkler çok yavaş, çok ölçülü, çok kademeli olarak Batı Orta Asya’ya, Maveraünnehir’e; oradan Horasan ve İran’a; yavaş yavaş Suriye’ye sarkıyorlar. Türkler’in buralarda hâlâ kalıntıları vardır. Nihayet Anadolu ve Balkanlar’a da giriyorlar. Söz konusu kademeli ilerlemeyle birlikte bir devletleşme de görüyoruz. Çünkü örgütlenme nitelikleri var. Gittikleri yerlerde bulunan devletlerden de hem bürokrasi hem iktisat hem medeniyet bakımından bir şeyler alıyorlar. Kesin olarak üstün oldukları
bir alan var; o da askerî örgütlenme. (sf.189)
‘Barbar dili konuşan hükümdar’
Bizim efsanelerimiz, hikâyelerimiz var ama bunları yazıya geçirmemişiz. Kültürel açıdan büyük bir kayıp... Firdevsi eserini Gazneli Mahmud’a sunuyor ama Sultan için “Melik-tâzî-guyend”, “barbar dili konuşan hükümdar” diyor. Sultan da Şehname’nin inceliğini ve güzelliğini hakikaten anlamıyor, Firdevsi’ye düşük bir bahşiş veriyor. Şair saraydan kızgınlıkla çıkıp o parayı bir tellağa bahşiş olarak veriyor ve Gazneli Mahmud için ağır bir dörtlük yazıyor. (sf.133)
Osmanlı hanedanının kâbusu
Veraset meselesi çözülmeliydi; çünkü kardeşlerin taht kavgalarının önlenmesi gerekiyordu. O kavga devlet ve millete çok pahalıya mal oluyordu. Osmanlı hanedanının kâbusu, Cem Sultan vakasıdır. Vakanın iç harple getirdiği tahribat yanında bir de dış yansımaları olmuştur.
Herkes II. Bayezid’i, “Sofudur, tembeldir, sefere çıkmaz” diye tarif etmeye çok meraklı ama sorun o kadar da basit değil. Papalık, Fransa ve diğer İtalyan cumhuriyetlerinin ellerindeki en büyük koz, Cem Sultan’ın ellerinde rehin olmasıydı. Osmanlı Şehzadesi’nin taht şansı kaybolduğunda bahtı da kararıyor, dolayısıyla dış güçlerle temasa da geçebiliyor; bu sadece bize has bir durum değil. (sf.164)
Şiiler’le Aleviler’i birbirine karıştıramazsınız
Laik olmanız din bilgisi edinmenize mani değil, hatta gerekli. Hele Türkiye gibi bir ülkede Hıristiyanlığı, kiliseyi, İslam mezheblerini ve farklılıklarını mutlaka bilmek zorundasınız. İran Şiileri ve Türkiye’nin Anadolu Alevileri’ni birbirine karıştıramazsınız. Yine Anadolu Alevisi’yle Suriye’nin Alevileri’ni ayırt etmek durumundasınız, zaten çıkan gerilim ve çatışmalar da zorunlu öğrenimi beraberinde getiriyor. (sf.61)
Kendimizi dünyadan soyutlayamayız
İran medeniyeti bir bütündür ve o bütünlüğü kavramak bizim için önemlidir; çünkü biz onlarla komşuyuz, kendimizi söz konusu dünyadan soyutlayamayız. Evet, Türkler buraya bir uygarlıkla gelince işler değişiyor. Ancak Bizans gibi Helen mirası taşıyan bir yapıyla kaynaşmayı da hesaba katmak zorundayız. (sf.170)
Osmanlı’nın kuruluşu Vatikan arşivlerinde
Osmanlı tarihlerinin 15. asırda yazılmaya başlanması, bizim tarihimizi bulamayacağımız anlamına gelmez. Bizans kroniklerinden de kıymetli Venedik, Cenova ve Papalık arşivleri var. Venedik’in bailosu, Cenova’nın podestası, Katolik misyonerler rapor yazmak zorundalar (relazione)... Söz konusu raporlar arşivlerde duruyor. Genç nesil Türk tarihçileri buraya girmedikçe Osmanlı’nın kuruluşu ve bilhassa Beylikler Dönemi’nin tarihi temelli biçimde yazılamaz. En zengin ve düzenli arşiv de Vatikan’dakidir. Vatikan arşivleri fragmanlar hâlinde değildir, sistematik ve düzenlidir. Buradaki bilgiler, kronolojik olarak takip edebileceğiniz bir dünya çizmektedir, bu dünya içinde Akdeniz devletleri önemli yer tutar. (sf.265)
“Batı-Doğu ayrımı bir uydurmadır; tarihî gerçeğe oturmaz. Ama ulus olarak içine kapalı olduğumuz, derinliksiz bir pragmatizme saplandığımız bir gerçektir. Dünyaya açılmak için ticari faaliyet yetmez, dünyayı koruyup sevecek bir kültürel açılım gereklidir.”
tesis eden Türkler’in günümüzde de çok konuşulan menşei tartışmalarıyla başlıyor. Ardından Orta Asya’dan Anadolu’ya göç edip bölgeyi
Türkleştirmeleri ve orada inşa ettikleri kültürün esaslarıyla devam ediyor. Kitapta ayrıca, Türkler’in adının nereden geldiği ve bu coğrafyaya ne zamandan beri “Türkiye” dendiği tartışmalarının tüm detayları, kazanılan önemli savaşlar ve geri çekilmelerle, dahası ıstıraplı toprak kayıplarıyla bugünkü halini alan Anadolu’nun hikâyesi de sunuluyor.
Erdal DOĞAN- BUGÜN GAZETESİ
BOZKIRLARDAN AVRUPA KAPILARINA
Ortaylı kitapta, Türkiye’nin Malazgirt Savaşı’yla Bosna’nın fethi arasındaki 400 yıl boyunca Avrupa açısından önemli bir ülke ve baş edilmesi gereken bir sorun olmasının gerekçelerini, dahası Oğuzlar’dan Kıpçaklar’a, Peçenekler’den Selçuklular’a ve büyük bir imparatorluk olan Osmanlılara kadar uzanan ve sadece Türklerin değil; Ruslar’ın, Memluklular’ın, Karakoyunlular’ın, Gazneliler’in, Safeviler’in, Çinliler’in, Hintler’in ve Araplar’ın tarihine değiniyor.
Kısacası, Orta Asya’nın bozkırlarından Avrupa’nın kapılarına, İlber Ortaylı’nın satırları arasında dolaşmak isteyen her yaştan okura seslenen kitaptan bazı bölümleri sizler için derledik.
Yazar: İlber Ortaylı
Türü : Tarih
Yayınevi: Timaş Yayınları
Baskı: 2015
Sayfa: 320
SEÇİLMİŞ BÖLÜMLER...
Gerçek zamanlı tarihi kaynaklar yok
Osmanlı tarihinin ilk kaynakları maalesef 15. asırda verilmiştir. Devlet kurulmuş, 14. asır boyunca hiç de yabana atılmayacak bir ilerleme yaşanmış, ortaya bir Balkan imparatorluğu çıkmış, 1402’de Ankara Savaşı’nın ardından önce bir dağılma ve akabinde şahane bir toparlanma gerçekleşmiştir. Fakat ilk vakayinamelerimiz II. Murad, II. Mehmed (Fatih) ve sonrasına aittir.
Maalesef kuruluş meşakkatini ve ideolojisini gerçek zamanlı olarak veren tarih kaynaklarımız mevcut değil. (sf.262)
O defter henüz kapanmadı
Türkiye’nin yüzyıllar önce açılan tarih defteri henüz kapanmamıştır ve sık sık da görüyorsunuz ki bu defter kapanmaz. Onun için tarih bilmek; nereden geldiğinizi, nasıl yurt edindiğinizi öğrenmek zorundasınız. Nitekim sürekli önünüze söz konusu defteri çıkartacaklar ve bundan kaçma imkânı yoktur. (sf.60)
Herkes kendi safdillerini bulur
1920’lerin Avrupa’sını tetkik ve mütalaa etmeden hiçbir şekilde İstiklal Savaşı’nı ve savaşın dış politikasını anlayamazsınız. Zaten Ankara hükümetini tasavvur ve tasvir etmek mümkün değildir; yoksa yavan, hatta yanlış bilgilerle oyalanırsınız. Ya da İngilizler Mustafa Kemal’i iş başına getirmişler diye biri bir laf eder, inanılacak şey değil. Herkes kendine inanacak ve sözlerini tekrarlayacak safdillerini bulur.
Enteresandır ve doğrudur, hafızası olmayan toplumların nerelere gideceğinin, sürükleneceğinin, dahası neler yapabileceğinin hesabı olamaz. (sf.63)
Milli Eğitim otoriteleri hayal görüyor
Ben bu memlekette 400 tane okulun binlerce öğrencisine Osmanlıca öğretecek sayı ve nitelikte bir öğretmen grubu tanımıyorum, dahası böyle bir durumun varlığına da inanmıyorum.
Buna inandığını söyleyen Milli Eğitim otoriteleri bence ya hayal görüyorlar ya da göz boyamaya çalışıyorlar. Sosyal bilimlerde, hukukta, ilahiyatta uzman yetiştirmek zordur. Batı’nın 18. ve 20. yüzyıl arasındaki en büyük başarılarından biri hümanist gymnasium’lar dediğimiz liselerdi. (sf.85)
Alparslan’a sorsanız o da bilmezdi
Malazgirt Savaşı Anadolu’nun kapılarını açan ilk adım değildir. Daha evvel Danişmendiler var ama hakikaten bu tarihî savaşla kapının açılması söz konusu... Bazen insan nasıl bir iş başardığının farkında olmaz. Keza o gün Alparslan’a sorsanız on sene sonra Türklerin Sivas’a, iki yüz sene sonra da Balkanlara açılacağını bilemezdi. (sf.147)
Türkler sadece o alanda üstün
Türkler çok yavaş, çok ölçülü, çok kademeli olarak Batı Orta Asya’ya, Maveraünnehir’e; oradan Horasan ve İran’a; yavaş yavaş Suriye’ye sarkıyorlar. Türkler’in buralarda hâlâ kalıntıları vardır. Nihayet Anadolu ve Balkanlar’a da giriyorlar. Söz konusu kademeli ilerlemeyle birlikte bir devletleşme de görüyoruz. Çünkü örgütlenme nitelikleri var. Gittikleri yerlerde bulunan devletlerden de hem bürokrasi hem iktisat hem medeniyet bakımından bir şeyler alıyorlar. Kesin olarak üstün oldukları
bir alan var; o da askerî örgütlenme. (sf.189)
‘Barbar dili konuşan hükümdar’
Bizim efsanelerimiz, hikâyelerimiz var ama bunları yazıya geçirmemişiz. Kültürel açıdan büyük bir kayıp... Firdevsi eserini Gazneli Mahmud’a sunuyor ama Sultan için “Melik-tâzî-guyend”, “barbar dili konuşan hükümdar” diyor. Sultan da Şehname’nin inceliğini ve güzelliğini hakikaten anlamıyor, Firdevsi’ye düşük bir bahşiş veriyor. Şair saraydan kızgınlıkla çıkıp o parayı bir tellağa bahşiş olarak veriyor ve Gazneli Mahmud için ağır bir dörtlük yazıyor. (sf.133)
Osmanlı hanedanının kâbusu
Veraset meselesi çözülmeliydi; çünkü kardeşlerin taht kavgalarının önlenmesi gerekiyordu. O kavga devlet ve millete çok pahalıya mal oluyordu. Osmanlı hanedanının kâbusu, Cem Sultan vakasıdır. Vakanın iç harple getirdiği tahribat yanında bir de dış yansımaları olmuştur.
Herkes II. Bayezid’i, “Sofudur, tembeldir, sefere çıkmaz” diye tarif etmeye çok meraklı ama sorun o kadar da basit değil. Papalık, Fransa ve diğer İtalyan cumhuriyetlerinin ellerindeki en büyük koz, Cem Sultan’ın ellerinde rehin olmasıydı. Osmanlı Şehzadesi’nin taht şansı kaybolduğunda bahtı da kararıyor, dolayısıyla dış güçlerle temasa da geçebiliyor; bu sadece bize has bir durum değil. (sf.164)
Şiiler’le Aleviler’i birbirine karıştıramazsınız
Laik olmanız din bilgisi edinmenize mani değil, hatta gerekli. Hele Türkiye gibi bir ülkede Hıristiyanlığı, kiliseyi, İslam mezheblerini ve farklılıklarını mutlaka bilmek zorundasınız. İran Şiileri ve Türkiye’nin Anadolu Alevileri’ni birbirine karıştıramazsınız. Yine Anadolu Alevisi’yle Suriye’nin Alevileri’ni ayırt etmek durumundasınız, zaten çıkan gerilim ve çatışmalar da zorunlu öğrenimi beraberinde getiriyor. (sf.61)
Kendimizi dünyadan soyutlayamayız
İran medeniyeti bir bütündür ve o bütünlüğü kavramak bizim için önemlidir; çünkü biz onlarla komşuyuz, kendimizi söz konusu dünyadan soyutlayamayız. Evet, Türkler buraya bir uygarlıkla gelince işler değişiyor. Ancak Bizans gibi Helen mirası taşıyan bir yapıyla kaynaşmayı da hesaba katmak zorundayız. (sf.170)
Osmanlı’nın kuruluşu Vatikan arşivlerinde
Osmanlı tarihlerinin 15. asırda yazılmaya başlanması, bizim tarihimizi bulamayacağımız anlamına gelmez. Bizans kroniklerinden de kıymetli Venedik, Cenova ve Papalık arşivleri var. Venedik’in bailosu, Cenova’nın podestası, Katolik misyonerler rapor yazmak zorundalar (relazione)... Söz konusu raporlar arşivlerde duruyor. Genç nesil Türk tarihçileri buraya girmedikçe Osmanlı’nın kuruluşu ve bilhassa Beylikler Dönemi’nin tarihi temelli biçimde yazılamaz. En zengin ve düzenli arşiv de Vatikan’dakidir. Vatikan arşivleri fragmanlar hâlinde değildir, sistematik ve düzenlidir. Buradaki bilgiler, kronolojik olarak takip edebileceğiniz bir dünya çizmektedir, bu dünya içinde Akdeniz devletleri önemli yer tutar. (sf.265)
“Batı-Doğu ayrımı bir uydurmadır; tarihî gerçeğe oturmaz. Ama ulus olarak içine kapalı olduğumuz, derinliksiz bir pragmatizme saplandığımız bir gerçektir. Dünyaya açılmak için ticari faaliyet yetmez, dünyayı koruyup sevecek bir kültürel açılım gereklidir.”