Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda bir yandan kaybettiği gücü yeniden kazanmak öte yandan da önce Müslüman olmayan sonra da Türk olmayan toplulukların ayrılıkçı hareketlerini engellemek için çeşitli ıslahatlar yaptı. Birlik ve beka davasını formülleştirmek için Osmanlıcılık, İslamcılık ve nihayet Türkçülük akımları birbirini takip etti. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Anadolu’da ve Trakya’da kalan topraklarımızı elde tutmak gayesiyle Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verdiğimiz Millî Mücadele, millî devlet vasfını haiz Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu sağladı.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken devlet ve millet olarak ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Bunların bir kısmının ekonomiden iklim değişmesine, göç hareketlerinden çatışmalara uzanan bir dizi küresel gelişmenin yansımaları olduğu açıktır. Bununla birlikte, ülke ve millet olarak üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmememizin, muhtemel sorunlara karşı ön alıcı stratejileri hayata geçiremememizin yol açtığı veya süreç içerisinde ağırlaşmasına engel olamadığımız sorunların bulunduğu da bir gerçek…
En önemli meselemiz, millî varlığımızın ve devletimizin niteliğinin geleceğidir. En azından 1990’lardan beri birtakım kesimlerin, küreselcilerin dillendirdiği millî devlet karşıtı söylemlere, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamındaki savaş ve iç çatışmalara rağmen, küresel kovid-19 salgını döneminde de görüldüğü üzere millî devletler, hem gerekli hem de dayanıklı yapılardır. Yaşanan onca gaileye rağmen, gerek bölgesindeki konumu gerekse Türk Devletleri Teşkilatı olgusunun âdeta kendini dayatması, Türkiye’nin yakın vadede çok önemli bir bölge gücünden orta vadede hatırı sayılır bir dünya gücüne dönüşebileceğini gösteriyor. Ne var ki çok çok kritik ve tehlikeli bir dönemeçte olduğumuzun işaretleri de az değil.
Yüz yıl önce bir ölüm kalım savaşı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yüz yıl sonra “ümmet ülkesi” görünümü altında millî devlet vasfından uzaklaşmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Balkanlaşma, Yugoslavlaşma, Lübnanlaşma gibi örnekler ortada iken Türkiye’nin hazmetme kapasitesinin çok üstünde bir nüfusun bütünleşebileceğini ileri sürmek, art niyet yoksa safdilliktir. Yıllardır ifade etmeye çalıştığımız gibi, Türkiye’nin beka meselesinin özü, ülkemizin “Türkiye” yani “Türk Ülkesi” olarak kalıp kalmayacağıdır. Bu toprakları “Anadolu Birleşik Devletleri”ne döndürme hevesine kapılanların hayallerini, sadece “boş bir heves” olarak göremeyiz. Türk milletinin, bu topraklarda iki üç bin yıl önce medeniyet kurmuş kavimler gibi Anadolu Medeniyetleri Müzesinde yer almasını istemiyorsak yüz yıl önce Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verilen İstiklâl Mücadelesi gibi, günümüz şartlarında bir İstikbal Savaşı vermek zorundayız.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin seçimden sonra sarf ettiği şu cümleler, ülkemizin geleceği açısından kaygı vericidir:
“Önümüzdeki dönemde çok şey değişecektir, her şey değişecektir. Öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez.”
Çok şeyin, her şeyin değişmesi ne anlama geliyor? Özellikle 15 Temmuz’dan beri, Rand Corporation’ın raporundaki ifadeyle, “Türkiye’nin milliyetçi rota”da yol almasında merkezî bir rol oynayan Sayın Bahçeli’nin, böyle bir değişimin Türkiye’yi değiştirmemesini temenni etmesi, böyle bir ihtimalin zımnen geçerli olduğunu düşündüğünün bir ifadesi olmalıdır.
Türkiye’nin geleceği açısından ekonomiden eğitime, yeni teknolojilerden tarıma kadar birçok alanda çözülmesi gereken sorunlar var. Ancak beka sorunu bağlamında bir numaralı konumuz, Türkiye’nin sindirme sınırının kat kat üstünde bir sığınmacı ve göçmen nüfusun ülkemizde kalıcı hâle gelmesidir. Suriye’deki iç savaş sonucu gelen Suriyeliler başta olmak üzere, bugün Türkiye’de milyonlarca sığınmacı ve kaçak göçmen bulunmaktadır.
Türk Devleti’nin Türkçe konuşmayan, Türk ve Türkiye tarihi hakkında bilgisi olmayan, âdet ve geleneklerimize yabancı insanlara, ev satın almaları şartıyla vatandaşlık vermesi; gittikçe artan sayıda Türk vatandaşının evlerini satarak Avrupa’da ev alma eğiliminde olması, doktorlar ve mühendisler başta olmak üzere yetişmiş genç insan gücümüzün Batı ülkelerinde yaşamayı tercih etmesi, hatta Erasmus gibi değişim programlarıyla Batı ülkelerine giden öğrencilerden bazılarının sığınma talebinde bulunması vb. de Türkiye’nin geleceği açısından ciddiyetle üzerinde durulması gereken hususlardır. Sığınmacılar ve kaçak göçmenlerin sayısı hakkında, resmî rakamlar ile iddialar arasında iki katı aşan çok ciddi bir farkın bulunması, soru işaretlerini artırıyor. Vatandaşlık verilen, Türk kökenli olmayan Suriyelilerin ve diğer ülke insanlarının sayısı da yine tartışılıyor.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın başbakanlığı döneminden itibaren, yeni evli çiftlere üç çocuk tavsiyesi, bazı kesimler tarafından tam olarak anlaşılamamıştır. Geldiğimiz noktada konunun önemi apaçık ortaya çıkmıştır. Geç evlenmeler, çocuksuz veya tek çocuklu aileler gerçeği ortadadır. Türk nüfus kendini yeniden üretemezken ortalama 5-6 çocuklu göçmen ve sığınmacı ailelerin ülkede kalıcılaşması, Türklerin 10 ila 25 yıl içinde nüfus yapısı açısından azınlık hâline geleceğinden başka bir anlam taşımaz. Gerçeklere gözümüzü kapatarak “Bize bir şey olmaz.” basmakalıp anlayışıyla hareket edemeyiz.
Nüfus yapısı tehlikesine karşı, çok yönlü ama iki ana hedefe yönelik tedbirler alınmalıdır:
Birincisi, sığınmacı ve göçmen nüfus, en kısa sürede dünyadaki genel ortalaması seviyesine çekilmeli ve Türk olmayan sığınmacı ve göçmenlere vatandaşlık verilmemelidir.
İkincisi, evlenecek gençlere ve çocuk sahibi olacak ailelere, çalışan kadınlar da dâhil olmak üzere, teşvikler getirilmelidir.
Bunların yanında, ülkenin nitelikli genç nüfusunun yurt dışında hayat kurma eğilimlerine karşı da ciddi tedbirler alınmalıdır. Genç Türk nüfus ülke dışına çıkarken Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Yemen gibi ülkelerden ve Afrika’dan bir kısmı savaşçı vasfında genç erkekler ülkemize doluşmuştur. İnsanların, eğitim ve iş için başka ülkelere gitmeleri elbette doğaldır ama ülkenin nitelikli nüfusunun yeterli bir seviyede ülke içinde tutulması şarttır. Yine, vatandaşlık verilmesinde, sığınmacılar ve kaçak göçmenler konusundaki çekincelerimiz saklı kalmak kaydıyla, başka ülkelerden ülkemize gelenlerin bilim ve eğitim kurumlarımıza ve ülke ekonomisine katkı sağlayacak vasıflarda olmalarına da azami özen gösterilmelidir.
Sığınmacı ve kaçak göçmen sorununun, Osmanlı Devleti’nin sınırlarının daraldığı dönemde Balkanlar ve Kafkaslardan Türk Devleti’nin o günkü ve bugünkü sınırları içine göç etmesi sonucunda, buralarda iskân edilmesine benzetilmesi, tam bir çarpıtmadır. Bir devletin kendi tebaasına/yurttaşlarına sahip çıkması, millî bir görevdir; savaştan veya zulümden kaçan başka devlet vatandaşlarına geçici süreyle sığınma imkânı vermek ise insani bir vazifedir. Ancak bu duruma köklü ve nihai çözüm aramak yerine vergisiz kazanç sağlamaktan bedava tedaviye ve çok kolay şartlarla üniversiteye girmeye varıncaya kadar elde ettikleri “kazanım”lardan vazgeçmek istemeyen, Türkiye’de hâlinden memnun yaşayan insanların gönüllü geri gitmesinden bahsetmek, pek gerçekçi olmasa gerektir. Ülkesine rahat gidip gelebilen, hatta seçimde oy kullanmak için Suriye’den Türkiye’ye gelebilen insanların büyük çoğunluğu, bugün ülkelerine dönebilir. Yine Afganistan, Pakistan, Yemen, Somali gibi yerlerden gelen milyonlarca insanı Türkiye’de tutmak, bizim Avrupa’ya karşı bir yükümlülüğümüz olmamalıdır.
Özellikle ülkenin geleceği, devletin bekası açısından hayati önem taşıyan eğitim ve gençlik konusu ayrıca bir değerlendirmeyi hak ediyor. Kısaca söylersek; eğitim sistemimiz ciddiyetle ele alınmalı, eğitimin kalitesinin yükseltilmesi için bilimin ve aklın gereği yapılmalıdır. Devlet okulları tekrar eski itibarını kazanmalı, dar ve orta gelirli aile çocuklarının eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanabilmesi için gerekli tedbirler alınmalıdır. Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken liyakat ve adalet ilkelerinin zedelenmesi yüzünden başka ülkelere gitmeyi düşünen gençlerimizi bu ruh hâlinden kurtarmak ve kendini iyi yetiştirmiş, ülkesine katkı yapma potansiyeli yüksek bu gençlerimizi kazanmak için adalet ve liyakat ilkelerinin ve özgürlük ortamının güçlendirilmesine önem ve öncelik vermeliyiz.
Yeni Anayasa Arayışlarına Dair
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniter yapıda millî bir devlet olarak varlığını sürdürmesi, sadece Türkiye açısından değil, Türk dünyası ve İslam âleminin geleceği açısından da hayati önemdedir. Onun içindir ki Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken yeniden gündeme gelen “sivil anayasa” tartışmalarında, bu hususa azami dikkat ve özen gösterilmelidir. Anayasaların değişmez metinler olmadığı bir gerçektir. Değişen şartlara, toplumun talep ve ihtiyaçlarına göre anayasalarda zaman zaman değişiklik yapılır. Ülkemizde kurucu 1924 Anayasası’ndan sonra, iki askerî darbe sonrasında yapılan anayasalar, sonraki süreçlerde tartışmalara yol açmıştır. 12 Eylül Anayasası pek çok kere değişmiş, 15 Temmuz’dan sonra ise devlet yönetim şekli tamamen değiştirilerek tarihî tecrübemizden çok farklı bir Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne veya “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”ne geçilmiştir. Gerek son seçimler öncesinde gerekse seçimden sonra anayasa değişikliği çeşitli çevreler tarafından dillendirilmektedir. MHP’nin 2021’de hazırladığı 100 maddelik bir Anayasa teklifinin olduğu, geçtiğimiz günlerde Sayın Devlet Bahçeli tarafından tekrar ifade edilmiştir. HÜDAPAR Genel Başkanı ise Anayasa’da değiştirilemez madde olmasına karşı olduklarını, bunun gelecek nesillerin iradesine ipotek koymak anlamına geldiğini ileri sürmüştür. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız ise bir sosyal medya paylaşımında, ilk dört maddeyi değiştirmeye yönelik girişimlere, millî devleti parçalayan özerklik ve federasyona, Türkçe dışında bir dile resmiyet kazandırılmasına, Türkçeden başka bir dilde eğitime, Anayasa’dan Türk adının kaldırılmasına kesinlikle karşı olduklarını ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından Mehmet Uçum da “Kurucu lider Atatürk’ün, Cumhuriyet’in, üniter yapının, adalet ve insan haklarına dayanan, demokratik, laik, sosyal devlet ve hukuk devletinin kaide olduğu, resmî dilin Türkçe, bayrağın ay yıldızlı al bayrak, millî marşın İstiklal Marşı, başkentin Ankara olduğu Anayasa” istediklerini ifade etmiştir. Seçimlerden önce yaptığı açıklamalarda sivil ve özgürlükçü bir anayasa konusunu gündeme getiren Sayın Cumhurbaşkanı da 14 Haziran’da yapılan bakanlar kurulu toplantısı sonrasında “Ülkemizi darbe mahsulü mevcut Anayasa’dan hep birlikte kurtaralım istiyoruz. İnşallah görev süremiz boyunca Cumhur İttifakı’nda ortaklarımızla birlikte Türkiye’yi sivil bir anayasa ile buluşturmaya çalışacağız.” şeklinde konuşmuştur.
Bu konu ayrıca çok daha geniş bir şekilde değerlendirilmeyi hak etmektedir. Burada sadece birkaç temel ve tartışmaya asla açılmaması gerektiğine inandığımız ilkeyi vurgulamakla yetineceğiz:
Birtakım çevreler başka türlü hayaller kursa da bu ülke, Türk vatanıdır; bu millet de Türk milletidir. Türk Devleti’nin adının Türkiye Cumhuriyeti, bayrağının Türk bayrağı, dilinin Türkçe, başkentinin Ankara olduğu asla ve hiçbir şekilde tartışılamaz. Keza Anayasa’nın vatandaşlık tanımındaki “Türk” ifadesi de aynı şekilde tartışma dışıdır. Türk millî kimliği ve Türk vatandaşlığı; etnik kimliklerin ve inanç aidiyetlerinin üzerinde kapsayıcı ve kuşatıcı bir muhtevaya sahiptir. Bu çerçevede, yeni anayasa; Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak üniter yapıda varlığını esas alarak geniş bir toplumsal mutabakatla hazırlanacak bir anayasa olmalıdır.
Prof.Dr. Mehmet ÖZ
Genel Başkan