31 Mart 2024 mahallî seçimleri, tahminlerden farklı bir şekilde sonuçlandı. CHP, 1989 mahallî seçimlerinde SHP’nin elde ettiği başarının ardından (1999 seçimlerinde, DSP’nin genel seçim başarısını SHP-CHP çizgisi dışında saymak gerekir.) ilk defa seçimlerden birinci parti olarak çıkarken 2002’den bugüne kadar girdiği bütün seçimlerden ve halk oylamalarından başarıyla çıkan Ak Parti, ilk kez ikinci oldu. 2023 genel seçimlerinde oyların yüzde 25,35’ini alan CHP, bu defa belediye başkanlıkları seçimlerinde oyların yüzde 37,74’ünü alırken genel seçimlerde yüzde 35,63 oy alan Ak Parti, yerel seçimlerde yüzde 35,49’da kaldı. Ancak burada asıl büyük fark, Yeniden Refah Partisinin oylarını yüzde 2,81’den yüzde 6,19’a çıkarmasına karşılık MHP (10,8’den 4,98’e), İYİ Parti (9,68’den 3,77’ye) ve diğer yandan DEM Parti (Yeşil Sol olarak 8,83’ten 5,68’e) oylarındaki çarpıcı düşüşlerdir. İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisleri oylarında bu farklar biraz daha azdır. (Burada Ak Parti ve CHP oyları 2-3 puan daha düşük iken MHP, İyi Parti, DEM Parti oyları biraz daha yüksektir.).
Genel seçimlerin üstünden sadece 10 ayı aşkın bir süre geçmesine rağmen yaşanan bu çarpıcı değişimin elbette sebepleri var. Gerek seçimler öncesinde gerekse sonuçlar anlaşıldıktan sonra çeşitli yorumlar yapılmaktadır ve yapılmaya da devam edilecektir. Sonuçlarda yerel seçim dinamiklerinin elbette bir etkisi vardır, nitekim belediye başkanlıklarındaki oy oranları ile belediye meclisleri ve il genel meclisi oyları arasında az da olsa bir fark var. DEM Partinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kemikleşen seçmeni, mesela İstanbul’da, genel seçimlerde aldığı oyun çok altında kalmıştır. Bu, bilhassa Cumhur İttifakı adaylarının ortak girdiği şehirlerde MHP için de böyledir ama en çarpıcı düşüş İYİ Partide yaşandı. Zafer Partisi, genel seçimlerdeki nispi başarısının ardından bir düşüş yaşarken Ak Partiden kopan önemli isimlerin kurduğu Gelecek ve DEVA Partilerinin ise Türk siyasetinde bir yer edinemediği, bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Seçim sonuçlarının daha sağlıklı değerlendirilmesi, hiç şüphesiz ciddi araştırma kuruluşlarının çalışmalarından sonra yapılabilecektir. Bununla birlikte kamuoyunda dile getirilen ve milletçe yaşadığımız ortamdan dolayı hemen hemen herkesin ittifak edeceği hususlar açıktır. Hayat pahalılığı ve enflasyonun son yıllardaki durumu, dar ve orta gelirliler için en etkili amillerin başında gelmektedir. Savaştaki ülkelerde bile görülmeyen derecede yüksek enflasyonun bir türlü kontrol altına alınıp düşürülememesi, geniş kitlelerdeki memnuniyetsizliği derinleştirmiştir. Bunun yanı sıra özellikle genç seçmenlerin etkisini de hesaba katmak gerekir. Onların davranışında, işsizlikten kamuda istihdamda liyakatin ihmal edildiği ve özgürlüklerin kısıtlandığı algısına kadar geleceğe dair ümitsizliği körükleyen değişik etkenler söz konusudur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda, imkân bulduğu takdirde hayatını başka (Batılı) ülkelerde sürdürmek isteyenlerin oranının yüzde 70 civarında çıkması, esasen ülkemizi yönetenlerin, hakkında acil tedbir alması gereken konuların başında gelmekteydi.
Yaşlanan nüfustan dolayı seçmen kitlesi içinde önemli yer tutan ve bilhassa şehirlerde yaşayan emekliler ile gençlerin bu seçimlerdeki etkisi, hiç şüphesiz yapılacak deneysel araştırmalarla daha doğru olarak tespit edilecektir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz temel husus, bunun gibi etkenlerin yanında ve belki de asıl olarak bu sonucun Türkiye’nin 2017’de yapılan halk oylaması ile geçtiği Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CHS) ile ilgisidir. Bakanların Cumhurbaşkanı tarafından atandığı tek kişilik hükûmet sistemi, gerek 15 Temmuz sonrasında yaşanan gelişmeler gerekse Türkiye’nin yakın çevresinde yaşadığı dış tehditler dikkate alınarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için çizilmiş bir tasarımın sonucu idi. Sistemin siyasi istikrarın sağlanması, savunma sanayisinin gelişmesi, dış siyasette ve bilhassa bölücü terörle mücadelede genellikle olumlu sonuçların elde edilmesi gibi üstünlüklerinden söz edilebilir. Bununla birlikte aynı sistemin, denge ve denetleme işleyişinin yokluğu dolayısıyla âdeta bir “tek parti devleti” görünümünü andıran sonuçları da oldu. Bu açıdan bakıldığında Türk seçmeni, Meclis’in ve yargı kurumlarının yetersiz kaldığı denge ve denetleme görevini yerine getiren bir aktör konumuna geldi. 2023 genel seçimlerinde muhalefet blokunun yanlış kurgulanan stratejileri ve süreçteki can alıcı hataları, beka meselesi bağlamında güvenlik ve ülkenin birliği konusunda hassas olan milliyetçi muhafazakâr seçmenlerin, istikrardan yana oy kullanmalarına sebep oldu. Bu defa ise, seçimlerin yerel nitelikte oluşu dolayısıyla aynı hususlara yapılan vurgular, seçmenlerde fazla bir karşılık görmedi.
Seçimlerde, belediye başkanlıkları bakımından CHP’nin aldığı yüzde 38’e yakın oyun bir kısmının, meşhur tabirle, emanet oy olduğu açıktır. Nitekim CHP Genel Başkanı Özgür Özel de seçim sonrası yaptığı açıklamada, kendilerinin bütün kesimlerdeki demokratların oylarını aldığını telaffuz etmiştir. Ankara’da Mansur Yavaş ülkücü, milliyetçi ve merkez sağ seçmenin, İstanbul’da ise Ekrem İmamoğlu, bu kesimlerin yanında şimdiki adı DEM Parti olan Adı Sürekli Değişen Bölücü Parti (ASDBP), seçmenlerinin büyük kısmının oylarını almayı başarmıştır. Nitekim 2023 genel seçimlerinde İstanbul’da CHP yüzde 28,33, İYİ Parti yüzde 8,22, Yeşil Sol Parti yüzde 8,07, TİP yüzde 4 oy almışken mahallî seçimlerde CHP yüzde 51, DEM Parti yüzde 2,1, İYİ Parti ise sadece yüzde 0,63 oy alabilmiştir. Bir kısım seçmenin sandığa gitmediğini varsaysak bile DEM Parti seçmeninin 6 puanlık kısmı ile İYİ Parti seçmenin tamamına yakınının CHP adayı Ekrem İmamoğlu’na oy verdiği aşikârdır. Bu durum, DEM Parti’nin Güneydoğu ve Doğu’da iddialı olduğu yerler dışında ve CHP’nin kazandığı diğer pek çok yerde de böyledir.
Bu sonucu nasıl okumak gerekir? Kesinlikle bir araya gelemeyecek iki çok farklı seçmen grubunu CHP’li adayların bir kısmında, özellikle de İstanbul’da birleştiren sebep nedir? Bu sorunun en makul cevabı, hayat pahalılığı ve gençlerin meseleleri dışında, Türkiye’de son yıllarda artan memnuniyetsizliğe karşı seçenek arayışıdır. Güçlü bir lider olan Recep Tayyip Erdoğan sayesinde artık yeni müesses nizam hâline gelen Ak Parti kadrolarının bir yandan toplumun çoğunluğundan, onların dertlerinden uzaklaşmasının yol açtığı öte yandan da liyakate değil, sadakate öncelik veren tavırdan kaynaklanan psikolojik yarılmanın sonuçlarıdır karşılaştığımız.
Özetle, 2017’den beri yeni sistemde yapılmayan düzenlemelerin yaptırımlarını seçmen, oyuyla icra etmektedir. Merhum Süleyman Demirel’in dediği gibi, boş tencere iktidarları tehdit eden, deviren en önemli etkendir. Muhafazakârlık ve dindarlık söylemleriyle kadroların eylemleri arasında giderek açılan uçurum, ahlaki kaygıları olan kesimleri farklı arayışlara itmiştir. Bu basit bir ikaz değildir; futbol yorumcularının tabiriyle sarı karttır, gereği yapılmazsa ardından kırmızının gelmesi mukadderdir. Tabii bu sadece iktidar cenahına bağlı değil. CHP’nin, seçmenin bu tavrını doğru değerlendirmesi, bazı heyecanlı ideolojik mensupların zannettiği gibi, oylardaki bu artışın sol ve sosyal demokrat seçmen tabanının genişlemesi olmadığını, Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve hatta mesela Bolu’da Tanju Özcan, Afyonkarahisar’da Burcu Köksal gibi isimlerin söylemleri ve temsil ettiği kesimler hakkında doğru değerlendirme yapılmadığı takdirde bu seçimde elde edilen sonucun geçici olacağını anlaması lazım. Her halükârda, bu seçimlerin sonuçları, önümüzdeki dönem Türk siyasi hayatında kartların yeniden karılacağı, sürpriz ittifaklar, yeniden yapılanmalar veya sistem değişikliğinin gündeme gelebileceği bir zeminin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Temenni ederiz ki, yeni dönemde ekonomideki kötü gidiş dursun ve memleketteki karamsar hava dağılsın. Türk millî devletinin çimentosu olan Türk milliyetçileri titreyip kendilerine dönerek dağınıklıktan kurtulsun. (Bu konu, üzerinde ayrıca ve etraflıca durulmayı hak ediyor.) Seçim sonuçlarının hayırlı olması dileğiyle kazanan belediye başkanlarını ve meclis üyelerini kutlarız.
YEREL SEÇİMLER SONRASINDA MİLLİYETÇİLİK VE ANAYASA TARTIŞMALARI ÜZERİNE KISA NOTLAR
Seçimin hemen sonrasında yazdığımız ve hiç değiştirmeden Türk Yurdu dergisinin 2024 Mayıs sayısında yayımlanmak üzere gönderdiğimiz yukarıdaki yazıya ek olarak iki hususa daha dikkat çekmeyi yararlı görüyoruz. 2023 Mayıs ayında yapılan genel seçimlerde Türk milliyetçiliğinin yükselişi ve Türk siyasi hayatındaki ağırlığı üzerine yapılan değerlendirmelerin aksine yerel seçimler sonrasında bazı kesimler ve kalemler sanki milliyetçiliğin sanıldığı gibi yükselen bir değer olmadığı yönünde yorumlar yaptılar. Esasen buradaki temel yanlış şudur: Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunda, muhafazakâr milliyetçilikten (Kimileri aşağılamak için “sentezci milliyetçilik” diye yaftalasa da bu eğilim “Anadolu mayası”nın esasını teşkil eder.) ulusalcılığa uzanan yelpazede yer alan millîlik, millî devlet ve üniter yapı duyarlılığı yüksektir. Milliyetçiliğin yükselmesi tezlerini aceleyle reddedenlerin, nüfusun önemli bir bölümünün, milliyetçiliği siyasetlerinin birinci vasfı yapan partiler yerine merkez veya merkeze yakın partilere oy verdiklerini hesaba katmadıkları aşikârdır. Yerel seçimlerde Cumhur İttifakı cephesinde partiler arasındaki işbirliği dolayısıyla, muhalefet tarafında ise seçmenin “kazanacak adaylar” tercihine itibar etmesi hasebiyle milliyetçi seçmenlerin önemli bir kesimi siyasi milliyetçiliği bayrak edinen partilerden ziyade Ak Parti ve CHP’ye oy verdi. Öte yandan, her ne kadar parti yapıları heterojen gözükse de Ak Parti seçmeninin büyük kısmının muhafazakâr milliyetçi, CHP seçmeninin büyük kısmının da “ulusalcılık” olarak tanımlanan çizgide milliyetçi olduğu yadsınamaz. Günümüzde gerek nüfusun tamamına yönelik olarak yapılan değerler araştırmalarında gerekse gençlerle ilgili araştırmalarda nüfusun büyük çoğunluğunun ideolojik yönelimlerini “Milliyetçi, Ulusalcı, Atatürkçü, Türkçü, Ülkücü” gibi etiketlerle ifade ettiği malumdur.
Milliyetçiliğin mahiyeti bakımından, milliyetçi eğilimler yelpazesindeki farklılaşmalar geçmişte de vardı. Günümüzde ise özellikle son 10-15 yıldır olağanüstü hızla değişen dijital çağ ortamından elbette her düşünce gibi milliyetçilik de etkilenmektedir. Öncesinde yaşanan “küreselleşme” sürecinin toplumlar ve zihniyetler üzerindeki etkileri, bu defa daha da yoğunlaşmıştır. Bu bakımdan millî kültürlerin değişerek devam etme ilkesi çerçevesinde kendilerini yenilemeleri büyük önem arz ediyor. Yaklaşık yüz yıl kadar önce vefat eden Türkçülüğün büyük mütefekkiri Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde ifade ettiği teorik çerçeveyi, günümüz şartlarında yeniden yorumlamak durumundayız. Elbette çağ değişmiştir; Gökalp, kendi zamanında dahi değişen şartlara göre fikirlerini geliştirmeye, tashihe önem vermişti. Millet gibi milliyetçilik de tarih içinde şekillenir, başkalaşarak değil gelişerek ve değişerek devam eder. Etnikçi ve mezhepçi yaklaşımlara karşı yine Gökalp’ın kültür temelli millet ve milliyetçilik anlayışını yeniden yorumlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte, çok uluslu imparatorluklar tasfiye oldu. Türk tarihinin zirvesini teşkil eden Osmanlı Devleti de bu süreçten nasibini aldı. Neticede, Osmanlı mirası üzerinde, büyük bir Millî Mücadele sonucunda, milliyetçilik temelinde, millî devlet ve üniter yapı esasında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Atlattığımız bütün badirelere rağmen Türkiye Cumhuriyeti devleti ikinci yüzyılına, arzu ettiğimiz seviyede olmasa da, dünyanın önemli bölgesel güçlerinden biri olarak girdi. Bir yandan Türk Devletleri Teşkilatı ile Türk dünyasında, öbür taraftan da Balkanlar, Orta Doğu ve Afrika’da giderek nüfuzu artan bir ülke konumundayız. Bu gelişmelere mukabil ülkemizi 40 yılı aşkın süredir uğraştıran, enerjimizin büyük bölümünü harcayan bölücü terörle mücadele ile ipleri dışarıdan tutulan yapıların verdikleri hasarlar, arzuladığımız seviyeye gelemememizde önemli etkenlerdir. Bununla birlikte, temel meseleyi, haricî faktörlerden çok devlet yönetimimizde ve toplumsal ahlakımızda aramamız daha sağlıklı bir yaklaşımdır.
Bu vesileyle temas etmek istediğimiz ikinci husus da, uzun yıllardır sürekli dile getirilen “yeni anayasa” tartışmasıdır. En azından görünüşte partilerin büyük kısmı “Darbe Anayasası” yerine “kapsayıcı yeni bir anayasa” istiyor. Ancak bu “yeni” anayasanın muhtevası konusunda herkesin mutabık olduğunu söylemek zor. Sadece bölücü kesimlerin değil “Kürt Meselesi”ni çözme heveslisi liberal ve muhafazakâr kesimlerin de “eşit vatandaşlık” maskesi altında millî devlet ve üniter yapı esasıyla bağdaşmayacak tasavvurlara sahip olduğunu görmemek mümkün değil. 1921 Anayasası güzellemeleri yapanlar, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun olağanüstü şartlarda ve yürürlükte olan Kanun-ı Esasî’ye ek olarak çıkarıldığı gerçeğini göz ardı ediyor. Cumhuriyet’in Anayasası, 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Elbette anayasalar da değişir, şartlara göre yenilenir. 12 Eylül rejiminin getirdiği anayasal düzenin meseleleri açıktır, ancak bu Anayasa’nın yalnızca büyük kısmı değişmemiş, yönetim sistemi de 2017 Halk Oylaması ile değiştirilmiştir. O bakımdan iç tutarlılığı olan yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu düşüncesi makuldür. Mamafih bu yeni anayasanın çok geniş bir mutabakatla hazırlanması, Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri temelinde değişmez maddelerinin, üniter millî devlet yapısı, devlet dili ve Türk vatandaşlığı tanımıyla ilgili hükümlerinin kesinlikle tartışmaya dahi açılmaması, olmazsa olmaz ön şartlardır. Bunların yanında demokratik hukuk devleti temelinde kuvvetler ayrılığı, denge-denetleme mekanizmaları, Bakanlar Kurulu’nun tüzel kişiliği gibi üzerinde tartışılacak diğer hususların da süreçte önemle değerlendirilmesi gerekir.
Anayasa ile ilgili tartışmaların yanında seçimlerde alınan sonuçlar üzerinde iktidar partisinin toplum kesimlerinin nabzını tutmak için yapılacağı belirtilen faaliyetlerde “farklı etnik ve sosyal gruplar”ın görüşlerinin alınacağı gibi ifadelerin kullanıldığı da basında yer almıştır. Şayet doğru ise “farklı etnik grupların görüşlerinin alınması” son derecede tehlikeli bir söylemdir. Kişilerin etnik mensubiyetleri elbette önemli olabilir ama seçmenleri etnik veya mezhebî aidiyetlere göre değerlendirmek, etnik gruplara âdeta resmî statü vermek, birilerini de onların temsilcisi konumuna koymak, millî birliğimizin temeline dinamit koymak, bölücülerin ekmeğine yağ sürmektir. Ümit ederiz ki bu ifade, kastı aşan veya hiç telaffuz edilmemiş bir söz olsun. Hiç kuşkusuz Türkiye, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yapay devletlerle kıyaslanamaz; bununla birlikte BOP kapsamında devletlerin nasıl etnik ve mezhebî hatlar boyunca bölündüğünü ve yirmi yılı aşkın süredir bazı devletlerin nasıl paramparça edildiğini, Türkiye’nin millî devlet yapısının sadece Türkiye ve Türk milleti için değil, medeniyet coğrafyamızın geleceği açısından taşıdığı hayati önemi katiyen göz ardı etmemeliyiz.