Okumak, araştırmak, tarihi kaynaklar arasında olabildiğince gezintiye çıkmak, gerçek manada insana çok şeyler öğretiyor:
Çağımızda modern adı verilen müspet ilimler, batının bağnazlık, karanlık ve gericilik içinde boğulduğu Orta çağ sürecince İslam Türk âlimlerinin düşünen, araştıran ve uygulayan araştırmalarından doğmuş olduğunu görüyoruz. Bu büyük âlimler İnanç ve ilmi birlikte düşünmüşler. Yüce Yaratan’ın bizlere bahşettiği akıl hep pozitif ilimlerin ispatı için, gericiliği bilgi ile süslemek için mücadele etmişler. Çünkü İslam inancı daima ilmin ilerlemesini hep teşvik etmiştir.
Buradan yola çıkarak Türk İslam kültür tarihine baktığımızda bilim alanında insanlığa değerli çalışmalarını hediye eden İslam âlimlerinin en büyük güç olarak sığındıkları inancın ilim ile buluşması halinde her ilmin derininde Yaratanın gücünün sezileceğini görmüşler. Hakka hizmeti esas alıp insanları aydınlatmanın en büyük ibadet olduğunu bilmişlerdir.
Batının ortaçağ karanlığında inançsızlıklarla boğuştuğu dönemde İslam Âlemi ilmin aydınlığını yaşamışlardır. İhsan Kurt’un ‘’Keşiflerin içyüzü’’adlı eserini incelediğimizde, bu âlimlerin buluş ve çalışmaları konumuza ışık tutacak nitelikte. Örneğin fizik alanındaki çalışmaları ve yeni keşifleriyle Nobel Ödülü alan Pakistanlı Müslüman bilim adamı Abdüsselam, ilmin insanı inanmak zorunda bırakacağını şöyle ifade ediyor:
‘’Ben insanın beynindeki on milyar sinir hücresinin birbirleriyle bağlantılarını görünce iman etmekten başka çare bulamıyorum.’’
İnancın yanı sıra buluşlardaki öncelik de İslam Türk âlimlerine ait. İslam Türk medeniyetinde musiki bir fen seviyesine çıkmış. Ayrıca Taşköprülü zade Ahmet Efendi, ‘’Mevzuat il ulum’’da, musikiyi fizik ile ilgisi olduğu için riyazî ilimlerden saymış. Yine bu dönemlerde musiki konusunda önemli eseler yazılmış, makamlar tespit edilmişi; musiki aletleri yapılmış. Balkanlar’da özellikle Türklerin büyük etkisi olmuştur.
Musikinin teorik kısmıyla uğraşan ilk İslam Türk âlimi Farabi’dir. En ünlü eseri ‘’Kitap ül Musiki’’dır dır. Avrupa ölçülü musikiyi bilmezken, İslam Dünyasında 7. asırdan itibaren musikiyi ölçülü olarak yazmışlardır. Yine ilk defa şef sopasını kullananlar da Müslümanlardır. Avrupa’da son yüzyılda ortaya atılan musiki ile tedavi fikri de Türker’de çok önceleri ortaya atılmış ve kullanılmıştır. Lütfü Paşa’nın Tire’de Yaptırdığı Vakfiye’ye yazdırdığı Vakıfname’’de akıl hastalarının musiki ile tedavi edilmesi konusunda derin bilgiler vardır.
Tıp alanında, birçok alanda olduğu gibi, yine Türk İslam bilginleri öndedir. Astronomi, fizik ve tıp alanındaki çalışmalarıyla öne çıkan İslam Âlimi İbn-i Sina, tıptaki birçok buluşunun yanı sıra şeker hastalığında idrardaki şekeri ilk keşfeden kişidir. Bizden 700 yıl sonra İngiliz Thomas Willis bu fikri öne sürmüştür. Keşifler ve icatlar Ansiklopedisi yazarı Dr. Bruno Klaser ileri sürdüğü ve de zannedildiği gibi ameliyatlarda ağrıyı hafifletmek için morfini ilk kullanma şerefi de Morto’na ait değil. Ondan asırlarca önce yaşayan İbn-i Sinan’ındır. Yine ilk seyyar hastane batıda değil, İslam Türk dünyasında asker bir millet olan Selçuklularda kurulmuştur.
Görüldüğü gibi batıda aradıklarımız ya da var sandıklarımız aslında önce bizimdi. Türk İslam âlemi, nasıl oldu da, ilmi buluş ve keşifler alanında batının çok gerilerine düştü veya düşürüldü? Bu önemli sorunun ve acı gerçeğin yanıtını ilmi tespitlere dayanarak vermeye çalışalım:
15. yüzyılın ikinci yarısından beri, Avrupa’da matbaalar harıl harıl binlerce kitap bastı..Dolaysıyla Avrupalı, bilgiyi kanat yapıp yükseklerde uçmaya başladı. Aklı tetikleyen bilgiler çoğaldı; ‘’müspet bilim’’dediğimiz bir dünya bizim dışımızda geliştikçe gelişti.
Ressam olarak bildiğimiz o Leonardo da Vinci 16. yüzyılda anatomik çalışmalarla da uğraşıyordu… Nikolaus Kopemikus ( Kopernik ) Astronomi alanında ilk büyük keşfini yaparak; evrenin merkezinin güneş olduğunu, gök cisimlerinin güneşin çevresinde döndüğünü ispat ediyordu… 16. yüzyılda Bacon ‘’bilgi güçtür’’diyor; Galileo ‘’Güneş sabit, dünya onun çevresinde dönüyor’’diye bağırıp duruyordu… Johannes Kepler ise günümüz uzay fiziğinin temellerini atıyordu… Ve yine 16. yüzyılda William Harvey ‘’kan dolaşımının’’bilimsel verilerini ortaya koyuyordu…
O yıllarda biz ne yapıyorduk? Biz ise aynı yüzyılda; Şeyhülislam’ın Padişah’a gönderdiği ‘’Gökleri incelemek uğursuzluk getirir; Allah’a meydan okumaktır’’mektubuyla; bilgin TürkTakiyüddin Megüberdi’nin Tophane bayırına kurduğu-çağına göre günümüz NASA’sından üstün-rasathaneyi, topa tutup bir gecede yerle bir ediyorduk! Hem de, ‘’Bilim Çin’de de olsa alınız’’iman buyruğuna karşın!
Hepimiz biliriz; uygarlığın gelişmesi, kısaca, doğaya ‘’gem vurma’’işidir. İlk adımlar rüzgârdan, sudan, buhardan yararlanmayla atıldı. Günümüzde ise uygarlık yolunda ilerlemek ‘adımla’ değil, ışık hızıyla ölçülebilir duruma geldi…
Tüm bunlar kuşkusuz akıl ile oldu. Elbette aklı bilgi oluşturur; olgunlaştırır. Yaşama, insanlığın gelişmesine yararlı bilgi, aklı tetikleyen bilgilerdir. Öylesi bilgiler aklın kanatlarıdır. İşte biz Türkler yüzyıllar boyu ‘kanatsız’ yaşadık. Niçin mi?
Kur’an dinini yerini bezirgân dini alırsa; medreselerde okutulan dini ilimlerin yanı sıra, deney ve sorgulamayı esas alan tıp ve fen ilimleri kaldırılıp, yerlerine ‘’bedevi hikâyeleri/ destanları ezberletilirse; matbaa, batıda hizmete girdiğinden yüzyıllar sonra, dini eserlerin yazılmaması şartıyla, Osmanlı’da hizmete girerse ( Gülhane Hattı Hümayunu ); yüzyıllar boyu kanatsız kalmamız doğal değil mi?
Bu noktada önemli gördüğüm bir notu düşmek istiyorum: Kimi vicdansızlar ‘’Atatürk Latin alfabesini kabul ederek milleti bir gecede cahil bıraktı’’diye, iftira ederler. Oysa Türk Milleti, Cumhuriyet aydınlığına kavuşmadan önce – pek çok konuda olduğu gibi- okuma-yazma konusunda da perişan durumdaydı. Resmi kayıtlarda 1927 yılında okuma-yazma oranı %11 olduğuna göre; Cumhuriyeti kurduğumuz 1923 yılında okuma-yazma oranının %6–7 civarında olduğu tahmin edilebilir… Dünyadan bir örnek: 1923 yılında Japonya’da bu oran% 50 idi.__ Yine ‘bilgi’ ye dönelim…
Descartes 400 yıl önce, bırakınız bilginin önemini anlatmayı; ‘bilgiyi veriş yöntemleri üzerine’ tezler geliştiriyordu…
İnsan haysiyet ve vakarına en uygun demokratik rejimle idare edilen ülke insanı için bilgi çok önemli: Çünkü okudukça, öğrendikçe, doğru bilgi ile donandıkça akıl almaz güzelliklerle buluşacağız.. En önemlisi, böylesine bireylerden oluşan bir toplumun siyasetçileri de farklı olacak… Elbette ‘bilen’ bir toplumu yönetmeye talip olmak, kolay olmasa gerek! Öyle bir toplumu sloganlarla oyalayamazsınız! Öyle bir toplumun ‘ahiret’ dünyasını, siyaset malzemesi yaparak iktidar olamazsınız!
Gerçek şu ki; avam (halk), ‘havas’laştığı (aydınlandığı) ölçüde kalitesi artacaktır. ‘’Layık olduğunuz biçimde yönetilirsiniz ’sözü, herhalde boşuna değildir. Biraz acımasız olacak ama ‘’Bilgin ölçüsünde insansın’’ söylersek yanılır mıyız?
***
Tarihi realitelere baktığımızda, ‘’Türk-İslam dünyası, inanışı zevk ve sanat haline getiren dini hareketlerden zarar görmüş değildir. Aksine olarak, bir zamanlar eski dünyanın üç büyük kıtasına, inanıştaki bu tarz üstünlüklerimizle hâkim olduğumuz söylenebilir. Bu sebeple yakın asırlardaki milli talihsizliklerimizin suçunu Müslümanlıkta arayanlar tamamıyla haksızdırlar. Biz bir iman kaybetmek suretiyle düştüğümüz geriliklerin kabahatini Müslümanlıkta aramaktan vazgeçip, eski imanımızın çalışmayı ibadet kabul eden aydınlığına yöneldiğimiz gün bütün hüsranlarımızdan kurtulabiliriz’’.
Ülkemizin kalkınmasını ve ‘’sanayisini tamamlayarak bilim çağına geçmesini,’’ halkımızın huzur duymasını, herkesin eşit muamele görmesini ve geleceğinden emin olmasını, gençlerin eşit şartlarda ve şansta okumasını, sosyo- ekonomik yönü itibarıyla güven altına alınmış güçlü ve nitelikli Müslüman Türk ailelerinden müteşekkil güçlü ve nitelikli nüfusa sahip olunmasını istiyorsak, dinimizin insana ve ilme verdiği değeri iyi anlamak ve yorumlamak zorundayız.
Yazımızı önemli gördüğüm bir anekdotla bitirelim: ‘’Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaktır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyeceklerdir. Sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir… Ve onların eseri olan yarınki Türkiye, şu temeller üzerinde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemiyet için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh. Yani, Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bayram ve Hacı Bektaşi’leri bize armağan eden ruh’’( Nurettin TOPÇU ).
.
Ne demiş Yunus? ‘’İlim ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.’’