Büyük Atatürk'ün önderliğinde 26 Ağustos 1922'de Afyon Kocatepe'de başlayıp 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar'da Başkumandanlık Meydan Muharebesinde kazanılan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı Büyük Zafer’in, 97. Yıldönümünü millet olarak vatanın her köşesinde onurla, gururla kutluyoruz bugün.
Çanakkale Savaşlarının efsane komutanı O muhteşem Türk Dumlupınar’dan ordularına en kritik emini veriyordu: Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir; İleri!!!
Kütahya, Dumlupınar, Eskişehir, Alaşehir, Denizli, Çal... Ve nihayet İzmir.
Bir ayağını Ege'ye, diğeri Akdeniz'e demir attı, gölgesi bütün Anadolu yarımadasını kapladı.
Askeri düşmandan az, topu az, tüfeği az milletin, bir elinde bu davetiye, diğerinde kılıcıyla koştuğu barutu tükenmiş cephelerden doğrulan bir devletin temeli onun adı, sonra payandası, sonra kilit taşı, sonra çatısı kuruluyordu.
Evet, sırtını, kendi karargâhında, kendi emrindeki askerlerce rehin alınmış komutanlara dayayarak...
Evet, Komutansız bir orduyla girdiği savaştan "süresiz başkomutan" olarak çıkan bir askeri/siyasi dehanın yenilebileceği düşünülemezdi.
Çünkü O büyük Deha diyordu ki ‘’Türk Neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk Neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır."
*
Dumlupınar’ın Fahri Hemşerisi seçilme onurunu yaşayan bir Kuvayı Milliyeci olarak, şiirimizin büyük ustası Nazım’ın ‘’Kuvayı Milliye Destanındaki eşsiz dizelerini bir kez daha okumamız gerekir:
…Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri
Çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…’’
*
Büyük usta, o kurtuluş gününü dizeleriyle tasvir eden gönlünden akanı seslendirecekti.
*
Sözü Milli Mücadele ve Atatürk’ü en iyi anlatan yazarlardan Falih Rıfkı Atay’a bırakalım.
‘’Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz…’’
*
Evet, bir ayağını Ege'ye, diğeri Akdeniz'e demir attı, gölgesi bütün Anadolu yarımadasını kapladı.
Şimdi... Güya... Sözüm ona...
"30 Ağutos'tan" sileceklermiş adını!
Silerlerdi belki; adı yazılı olsaydı;
Ama O'nun adı bu toprağa kazılı!
Taşa, toprağa...
Akla, fikre, kalbe ve zihne...
*
Destandaki "Ali Onbaşı”nın gönlünden diline akan dizeleriyle;
"Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e
Bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim..."
Coşkusunu dillendirecekti.
*
Milletle ümmeti birbirine karıştıran, ihvancılarla işbirliğine giren, açılım politikası diyerek devleti bölücülerle masaya oturtma saflığında bulunan Türk kültür genleriyle yeterince beslenememiş aydın ve siyasetçi geçinen günümüz zavallılarına önerim;
Meşrutiyet dönemindeki ve Cumhuriyetin ilk on yıllarındaki Türkçülere, milliyetçilere bakınız. Gökalp'lara, Ömer Seyfettin'lere, Yusuf Akçura'lara, Hamdullah Suphi'lere, Sadri Maksudi'lere, Atsız'lara, Nihat Sami'lere, Hüseyin Namık'lara, Necdet Sançar'lara, İsmet Tümtürk'lere, Alparslan Türkeş'lere, Fethi Tevetoğulları'na, Dündar Taşer'lere, Muzaffer Özdağ'lara bakınız; ne demek istediğimi anlarsınız. Fakat sözü uzatmaya hiç hacet yok; Atatürk'e bakınız ve ne demek istediğimi anlayınız.
Bilmem anlaşıldı mı?