• Künye
  • İletişim
  • Çerez Politikası
  • Gizlilik İlkeleri
Anasayfa
  • GÜNDEM
  • KAMU
  • SENDİKA
  • DÜNYA
  • EKONOMİ
  • SİYASET
  • HUKUK
  • TÜRK DÜNYASI
  • EĞİTİM MEMURLAR
  • Ara
SON DAKİKA:
01:10
İletişim Başkanlığı'na Burhanettin Duran atandı
Video Galeri Foto Galeri Yazarlar Üye Paneli
A
Büyüt
A
Küçült
Yorumlar
  1. Köşe Yazarları
  2. Aziz Dolu Atabey
  3. 3 Mayıs 1944 Türkçülük-Turancılık Olaylarının İçyüzü
Yayınlanma: 06 Mayıs 2025 - 10:19
Güncelleme: 08 Mayıs 2025 - 20:06

3 Mayıs 1944 Türkçülük-Turancılık Olaylarının İçyüzü

06 Mayıs 2025 - 10:19
Güncelleme: 08 Mayıs 2025 - 20:06
Yorumlar
Yazdır
A
Büyüt
A
Küçült
Yorumlar
Aziz Dolu Atabey
Aziz Dolu Atabey

                                        


 

Ülkemizin yetiştirdiği önemli aydınlardan biri olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu bir konferansa konuşmacı olarak katılır. Konferansı basan komünist görüşlü öğrenciler ve/veya gençler taşkınlık çıkarırlar. İsmail Hakkı Hocaya yapılan saygısızlık da cabası… Bunun üzerine Türk töresi ve törenin ilk akla gelen ilkelerinden biri olan “hocaya saygı” konusunda oldukça duyarlı olan Hüseyin Nihal Atsız, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben bir açık mektup yayınlar. Hüseyin Nihal Atsız daha önce de benzer bir olaya yine aynı tepkiyi gösteren adamdır. O olay da şöyle gelişmiştir: Ankara’da düzenlenen Türk Tarih Kongresi sırasında Dr. Reşid Galip, dünyaca ünlü Türkolog Zeki Velidi Togan’a “Senin öğrencin olmadığıma şükrediyorum.” falan gibi sözlerle -Togan’ın bilgisini ve hocalığını da hedef alan- oldukça ağır bir saygısızlıkta bulunur. Bunun üzerine, İstanbul Üniversitesinde Fuat Köprülü’nün asistanı olan Hüseyin Nihal Atsız -sekiz arkadaşı ile birlikte- Reşid Galip’e “Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ederiz.” diye biten bir telgraf çeker. Bir süre sonra Reşid Galip millî eğitim bakanı olur. Sonra da ehliyetsiz yani yetersiz birini edebiyat fakültesine dekan yapar. Atsız, hiçbir bilimsel çalışması, başarısı olmadığı halde fakültede kürsü işgal eden hocalar olduğunu ve bu durumun üniversite ruhuna uygun düşmediğini ifade eden bir yazı yayımlayınca ve daha öncesinde de telgraf meselesi olunca asistanlıktan atılır. Atsız, ilk gençlik yıllarından itibaren dik başlı ve fikirlerinden ödün vermeyen bir kişidir. Askerî tıbbiyede okurken de birçok kez başı belaya girmiştir. Yine bir gün -Mehmet Ziya Gökalp’in cenaze töreni akşamında- Gökalp hakkında ileri geri konuşan etnik özürlü öğrencilerle milliyetçi öğrenciler arasında kavga çıkar. Önceden de mimli olan Hüseyin Nihal Atsız bu olayla iyice göze batar. Çok geçmez, aslen Bağdat Araplarından olan bir teğmen yersiz ve kışkırtma amaçlı olarak Atsız’dan kendisine selam vermesini ister, Atsız’ın bunu reddetmesi üzerine de okul yönetimini ayağa kaldırarak Atsız’ın okuldan atılmasını sağlar. Atsız’ın aslında muharip subay olmak istediğini ama İstanbul’da sadece askerî tıbbiye olduğu için sırf asker olabilmek uğruna oraya girdiğini ve öyleyken bile okulun en başarılı öğrencilerinden biri olduğunu da belirtelim. Askerî okuldan atılan sadece Atsız da değildir üstelik. Yusuf Akçura da “Türkçülük” yaptığı gerekçesiyle askerî okuldan atılan aydınlarımızdandır. Konumuza dönecek olursak; bir lise öğretmeninin Başbakan’a açık mektup yazması, Milli Eğitim Bakanlığında komünist kadrolaşma olduğunu söylemesi dahası gereği yapılmazsa derginin bir sonraki sayısında bu komünistleri ifşa edeceğini bildirmesi ilk başta pek dikkate alınmaz.

Atsız’ın çıkardığı Orhun Dergisi’nin bir sonraki sayısı yayınlanır. Bu kez deyim yerindeyse (tabir-i caiz) yer yerinden oynar. Atsız; Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav gibi sonraki yıllarda komünist ideolojinin bayraktarlığını yapacak olan kişilerin adlarını ve eylemlerini yazar. Yazmakla da kalmaz Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya çağırır. Küplere binen Hasan Âli Yücel, Hüseyin Nihal Atsız’ın Boğaziçi Lisesindeki öğretmenlik görevine son verir. İşin gülünç tarafına gelince; dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu meydanlarda Türkçü söylemler dillendirip durmakta; kandan-genden söz etmektedir. Öyle ya bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!.. Neyse… Hasan Âli Yücel kendi fırkasından (party) da eleştiriler almaya başlar. Orhun Dergisi’ndeki söz konusu yazının bir yerinde Sabahattin Ali için “vatan haini” ibaresi geçtiği için Hasan Âli Yücel’in pışpışlaması daha doğrusu emri (direktif) ile Sabahattin Ali, Hüseyin Nihal Atsız aleyhinde hakaret davası açar. Bunu da Sabahattin Ali hem davanın savcısına hem de o dönem konservatuar müdürü olan Orhan Şaik Gökyay’a bizzat kendisi itiraf etmiştir. Dava günü gelip çatar. 26 Nisan 1944 günü adliye binasına gelen Sabahattin Ali, Hüseyin Nihal Atsız’ı yalnız bırakmak istemeyen küçük bir kalabalığın da onunla birlikte olduğunu görünce korkuya kapılarak, 1. katın açık duran penceresinden atlayıp kaçar. Bu olay üzerine duruşma ikinci bir tarihe ertelenir.

İki duruşma arasındaki sürenin kısalığı yüzünden İstanbul’a dönmeyip, Ankara’da kalan Hüseyin Nihal Atsız iki gün sonra Dil-Tarih’te doçent olan arkadaşı Osman Turan’ı ziyarete gider. Atsız’ın geldiğini haber alan milliyetçi öğrenciler Osman Turan’ın odasına gelerek “hoş geldiniz” deyip, sevgi gösterisinde bulunurlar. Bu olay üzerine, siyasîlere yalakalığı meslek edinmiş olan okul yönetimi telaşa kapılır. Teftişti, müfettişti derken Osman Turan görevinden alınıp, bakanlık emrine verilir. Hatta Osman Hocanın asistanı bile işinden olur.

İkinci duruşmanın yapılacağı 3 Mayıs 1944 günü Ankara’da büyük bir coşku vardır. Öncesinde de -Ankara ve İstanbul başta olmak üzere- yurdun birçok yerinde “Komünizme hayır!” gösterileri düzenlenmiştir. Sıradan bir öğretmenin kendisine ayar vermesini içine sindiremeyen Bakan Hasan Âli Yücel, Bakan’ın iki dudağına bakan Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, -sözde- milletin vekili Falih Rıfkı Atay’ın Ulus Gazetesi, Zekeriya-Sabiha Sertel çiftinin Tan Gazetesi el birliği ile olayları körükler. İlk önce adliye binasının dışında toplanmış olan öğrenci ve sivillerin üzerine atlı ve motosikletli polisler sürülür. Haliyle itiş-kakışlar yaşanır. Kalabalık, sloganlar ve marşlar eşliğinde Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçer. Malum tayfa yani Yücel-Atay-Tandoğan üçlüsü bu kez göstericilerin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ikametgâhı olan Çankaya Köşkü’ne yürüyecekleri yalanını ortaya atarlar. Türkçülerin nazarında İnönü hâlâ millî kahraman iken hem de.. Sokağın sesini iyi duy(a)mayan İsmet İnönü’yü de kafalayan zübükler amaçlarına ulaşmıştır. Polis zoruyla tutuklamalar başlar. Bir şey daha başlar; en son 12 Eylülcü bilmem ne çocuklarının yediği herze olan işkenceler… Ve o tarihlerde Dil-Tarih’te öğrenci olan Torosların hırçın çocuğu Antalyalı Osman Zeki Yüksel… Namıdiğer Serdengeçti!.. Olaylar bu minvalde seyrederken -Yaradana sığınıp-Sabahattin Ali’ye okkalı bir Türk tokadı (Osmanlı şamarı) patlatır. Akdeniz’in makilikleri gibi cılız, ufak tefek bir genç olan Osman Zeki Yüksel’den yediği tokatla muhatabından daha iriyarı olan Sabahattin Ali’nin yeri öpmesi bir olur. Tokadın sesi o kadar şiddetlidir ki, Hasan Âli Yücel’in makam odasında bile yankılanır. İleriki günlerde o da okuldan atılacaktır.

Tutuklananların sayısı yüzlerce kişiyi bulur. Bunun üzerine bazı öğrenciler arkadaşlarını kurtarmak için harekete geçerler. Bütün kapılar yüzlerine kapanır. Onlar da dönemin genelkurmay başkanı Rauf Orbay’a giderler ama boşuna… İsmet İnönü, -Meclis’e gelip milletvekillerine manevî baskı dahi yaparak- kendisini cumhurbaşkanı seçtiren Mareşal Fevzi Çakmak’ı emekliliğe zorlanmış; yerine de daha çapsız (şimdilerin moda deyimiyle düşük profilli) olan Rauf Orbay’ı getirmiştir. Birkaç gün sonra öğrenciler birer ikişer salınırlar. Bakan bu kez de öğrencilerin okuldan atılmalarını ister. Okul müdürü Prof. Dr. Zeki Mesut Alsan’ın araya girmesi ile kimi öğrenciler 1-2 yıl gibi uzaklaştırma cezaları ile kurtulurlar. Bir kişi hariç; okulun son sınıfında okuyan ve bitirme sınavlarına girmek üzere olan Osman Zeki Yüksel okuldan uzaklaştırılır. O da ilerleyen yıllarda çıkardığı “Serdengeçti” adlı dergi ile intikamını fazlasıyla alır.

3 Mayıs olayları bir başka deyişle Türkçülük/Turancılık Davası sürecinde kara mizah (trajikomik) örnekleri de sergilenir. Şöyle ki; Atsız’la Orhan Şaik Gökyay üniversiteden sınıf arkadaşıdır. Hatta Gökyay, ikinci davanın görüldüğü günlerde Atsız’ı evinde konuk etmiştir. Yine böyle bir akşamda Atsız ve Gökyay ortak bir arkadaşlarında akşam yemeğine davetli iken Cumhurbaşkanı İnönü’nün yaveri ev sahibine telefon eder ve “Millî Şef” İnönü’nün emrini bildirir. Emir şudur: Atsız o evden gitsin, yoksa zor kullanılacak!. Gençliğinde Türk Ocağına giden, Ocak’ta başlatılan soyadı uygulamasında Turan’a olan inancını belirtmek için “İnan” soyadını alan, yıllar sonra Atatürk’ün emriyle soyadı kanunu hazırlandığında yine “İnan”ı seçen fakat Atatürk’ün, “İnönü Ovası’ndaki savaşların/zaferlerin hatırasını yaşatma” isteği/önerisi üzerine İnönü soyadını alan, sonrasında da “İnan” soyadını Atatürk’ün manevî kızlarından Afet Hanıma veren İsmet İnönü’nün nasıl ve niçin 180 derece döndüğünü anlayan beri gelsin. 1944 olayları hadi neyse de, -mahşerde- Boraltan’ın hesabını nasıl verecek acaba?

Olaylar ve Türkçülük-Turancılık davası gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alırken, gözler -Millî Şef- İsmet İnönü’dedir. Sonunda 19 Mayıs 1944’teki resmî bayram töreninde konuşur. Konuşmanın içeriği Atsız’ı, onunla birlikte hareket edenleri, ona destek hatta selam verenleri bile zan altında bırakacak türdendir. Aslında bu konuşma bir işarettir. Atsız ve arkadaşları hakkında dava açılır. 7 Eylül 1944’ten itibaren İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılamalar başlar. 29 Mart 1945’teki karar duruşmasında Atsız 6,5 yıl ceza alır. Temyiz sürecinde Askerî Yargıtay, alt mahkemenin verdiği kararları bozar. Böylelikle 1,5 yıl tutuklu kalan Atsız serbest kalır. Atsız’la birlikte yargılananlar arasında kimler yoktur ki; Alparslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Hasan Ferit Cansever, Hikmet Tanyu, Hüseyin Namık Orkun, -Atsız’ın kardeşi- Necdet Sançar, Orhan Şaik Gökyay, Osman Zeki Yüksel, Reha Oğuz Türkkan, Sait Bilgiç, Zeki Velidi Togan… Liste uzayıp gider. Bu saçma (absürt) mahkemenin savcısı ise Kazım Alöç adında biridir. “Türk’üm!” diyenlerden öç alanlar, almak için sıraya girenler bir değil beş değil..

Cumhuriyet tarihinin yüz karası uygulamalarından (icraat) olan işkence olgusu bu dava sürecinde ortaya çıkar. İstanbul Sirkeci’deki -emniyet müdürlüğü binası olarak kullanılan- Sansaryan Hanı türlü işkencelerin ayyuka çıktığı yerdir. Tepesinde, her biri 500 mumluk (walt) üç lamba yanan tabut biçimindeki duvar oyuklarına dikelir şekilde tıkılan, dahası kol ve ayaklarından duvara kelepçelenerek üzerlerine kapak kapatılan insanlar -sözde- “tabutluk” denen bu oyuklarda günlerce işkenceye tâbi tutulurlar. Tabanı vıcık vıcık lağım suyu olan ve “mezarlık hücresi” adı verilen mahzenlerde, yerden biraz yüksek -sedir şeklindeki- taş çıkıntılarda yatmaya zorlanırlar. Dayak ve sövüp-saymalar da cabası.. Kurtuluş için tek şart vardır: Önceden hazırlanmış ifade tutanaklarını imzalamaları!.. O tutanaklarda ise anayasayı zorla değiştirmek, devleti ele geçirmek için örgüt kurmak, hükümete karşı darbe hazırlığı yapmak, ırkçılık yapmak gibi sözde itiraflar yer almaktadır. 12 Eylül sürecinde Mamak Cezaevi’nde Ülkücülere, Ulucanlar Cezaevi’nde Devrimcilere, Diyarbakır Cezaevi’nde Gurmançlara yapılanlara ne kadar da çok benziyor değil mi? Birileri bu ülkenin Avşar’ını, Çerkez’ini, Gurmanç’ını, Kayı’sını, Kınık’ını, Laz’ını, Zaza’sını birbirine düşürüyor; Türkler birbiriyle boğcalaşırken, o soysuz birileri ülkenin zenginliklerini yağmalayıp, sefasını sürüyor. Ve bu kahpe düzen Devlet-i Âli’den (Osmanlı) bu yana hiç değişmiyor. Tarla bizim, taş bizim, kuş bizim, sebil gibi akan kızıl kan bizim; el fena!.

Tam da bu noktada bir derkenar (antiparantez) açıp, sözü Atatürk’e getirelim. Atatürk döneminin bir öğretmeni tören yerinde valinin geldiğini görmediği için ayağa kalkmakta geç kalınca ağır kodaman valinin hışmına uğrar. Gariban öğretmen açığa alınıp, hakkında soruşturma başlatılır. Bunu duyan Atatürk o valinin derhal görevden alınmasını emreder. Bir “Memleketin dağ gibi sorunları dururken öğretmenle uğraşan valiyle devlet işleri yürümez.” diyen Atatürk’e bakın bir de İsmet İnönü’nün bakanına, milletvekiline, valisine… Soylu milletimizin dağarcığından süzülüp gelen atasözlerinin de işaret buyurduğu üzere at sahibine göre kişniyor, balık baştan kokuyor ne de olsa.. Kıptîlere, Dürzîlere, devşirmelere hele de yetki alınca babasını asanlar konusuna hiç girmeyelim!.

Aslında 1944 olaylarının perde gerisi oldukça basittir. Tıpkı Nadir Şah Avşar’dan ürken Osmanlı’nın, Doğu ve Güneydoğu’daki Avşar Yörüklerinin Kayseri-Sivas gibi yerlerdeki yaylalarını Çerkezlere vermek suretiyle bir yerde Avşarları kışkırtması; Avşarların, Çerkezleri buralardan kovalaması üzerine de -yaşanan çatışmaları bahane edip- doğudaki yoğun Avşar nüfusunu Anadolu’nun batısına, Suriye içlerine, Kıbrıs’a… sürmesi benzeri bir durum söz konusudur. Avşarların Deller (Deliler) oymağının Köşkerli obasından olan Alparslan Türkeş’in horantasının Kayseri/Pınarbaşı’dan alınıp önce İçel/Mersin yöresine sürülmeleri -kaçıp geri gitmeleri üzerine- bu kez de Kıbrıs’a sürgün edilmelerinde olduğu gibi.. Yine Serdar Denktaş’ın verdiği bilgiler ışığında Rauf Denktaş’ın da -tıpkı Atatürk gibi- Karaman Avşarlarından olduğunu kesin olarak biliyoruz. Neyse, biz 1944’e dönelim. Atatürk’ün; eğitim hamlesi, havacılık, sanayileşme, Balkan ve Sadabad Paktları vd. açılımlarla -affedersiniz- atılımlarla da desteklediği tam bağımsızlık ilkesi (düstur, prensip) ile yürüyen ve bu sayede “merkez ülke/bölgesel güç” olma yolunda hızla gelişim gösteren oldukça kişilikli siyasî (politic) anlayışını terk edip yeniden Osmanlı’nın denge politikasına dönen bunu da eline yüzüne bulaştıran bir İnönü vardır karşımızda. Savaşın öncesinde ve ilk yıllarında Almanlara güzellemeler düzüp, Sol/Sosyalist görüşlülere baskı uygulayan İnönü-Saraçoğlu ikilisi savaşın seyri değişip de Rus tehdidinin ayak sesleri duyulmaya başlanınca bu kez de sol/sosyalist cepheye şirin gözükmeye çalışır. İngiliz ve Fransızlarla gizli kapaklı görüşmesi, Türk ordusunu onların denetimine açması falan da cabası.. Celal Bayar gibi 33 dereceli olan bir diğer siyasînin yani Süleyman Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür.” diye sloganlaştırdığı mantık yürütülmüştür anlayacağınız. Ve bunun için de Türkçü/milliyetçi kesimler denek (kobay) olarak kullanılmıştır. Umduğunu bulamayınca da Ruslarla ilişkileri “ayı ile yatağa girmek” olarak tanımlamış ve 1946-47’lerden itibaren dümeni bu kez ABD’ye kırmıştır. Amerika’nın da su katılmamış bir çakal olduğunu gör(e)meyen; ülkeyi, Amerika’nın güdümüne sokan kişi İsmet İnönü’den başkası değildir. ABD’den de kazık yiyip; “yeni bir dünya”dan söz edince de hem başbakanlık hem CHP genel başkanlığı koltuklarından alaşağı edilmiştir bildiğiniz gibi. Hukuken bizim olan ve 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İtalya’nın “gelin, teslim alın” demesine rağmen teslim alınmayıp, Yunanistan’a bırakılan Menteşe Takımadaları (Onikiadalar) konusu -Hatay’ı almak için hasta haliyle yollara düşen Atatürk’ün ülkesinde- bir başka yürek burkuntusu.. “İki büyük eserim var.” diyen, bunları da Türkiye Cumhuriyeti ile Cumhuriyet Halk Fırkası olarak sıralayan Atatürk’ün fırkasının Türk milliyetçiliği temelinden ayrılıp özellikle 1960-80 arası dönemde etnik özürlülerin, sol/sosyalistlerin ve hatta Marksist-Leninist anarşistlerin yuvalandığı bir yer haline gelmesi ise ne büyük bir aymazlık ne büyük bir çelişki.. Gel de üzülme..

Dostlarının anlattığı kadarıyla Atsız, günlük hayatta cana yakın, hoşsohbet, güler yüzlü, konuksever (misafirperver) hatta şakacı bir insandır. O sadece Türk’e düşman olanlara düşmandır; bu yüzden Moskof’a da karşıdır Mussolini’ye de.. İçki, kumar, iskambil oyunu gibi şeyleri ve bir de boyunbağı (kravat) takmayı sevmeyen; yarenleri ile tavla, -yeri geldiğinde de- satranç oynayan sıradan bir Anadolu insanıdır. “Bir daha dünyaya gelsem Ayasofya’ya imam olmak isterdim.” diyecek kadar da dini bütündür. Onun için Sol/Sosyalist zırvalıklarına, entel-dantel Liberal züppeliklerine en önce de iman kurtarma derdindeki dinci/dini dar hödüklerin boş sözlerine (hezeyan) aldanmadan/aldırmadan; Atsız’ı, ortaya koyduğu eserlerden tanımaya çalışmalısınız. Misal onun kaygılarını, umutlarını hiç kimse “Bozkurtlar” serisi kadar güzel anlatamaz. Ruhunda kopan fırtınaları “Ruh Adam” kadar hiç kimse ortaya dökemez. Kaldı ki “İnsanlar mizah ve şaka yapabilirler. Fakat bazı konular vardır ki onlar asla şakaya gelmez. Orada ciddi olmak insanlık borcudur. Bayrakla alay edemezsiniz. Millî tarihle eğlenemezsiniz. Kuran’ı mizah konusu yapamazsınız. Aile namusunu hiçe sayamazsınız. Bunlar millî mukaddesatlardandır. Millî mukaddesatı (kutsalları) olmayan millet, millet değil hayvan sürüsüdür.” diyen Atsız’ın eğitim sıralarından (rahle-i tedrisat) geçen Türk çocukları “Muhammed’in piçleri giremez!.” yazısını silmek için can verirken; sokağa düşmüş imanlarını kurtarma derdindeki dinciler -yılışık yüzleri kızarmadan- o iğrenç yazının altından geçip, o okula girebilmişlerdir. “Oku!.. Yaradan Rabbinin adıyla…” emriyle başlayan dinlerine rağmen; o dönemin mazlum kadınları bile kollarına vurulan damgadan ar ederken, o damgayı alınlarında taşımak pahasına!..

Hüseyin Nihal Atsız’a dünyayı dar edenlere ne olmuştur? 1946’daki açık oy-gizli sayım dalaveresi ile koltuğunu korumayı başaran İsmet İnönü dört yıl sonra ise -Demokrat Parti’nin 1944 olaylarını seçim meydanlarında istismar etmesinin de etkisiyle- kelimenin tam anlamıyla hezimete uğramıştır. Hasan Ali Yücel 1946’da bakanlık koltuğundan alınmıştır. Falih Rıfkı Atay bir daha milletvekili seçilememiştir. Peki, ya vali?.. Nevzat Tandoğan ilerleyen yıllarda bir casusluk olayına karışmış ve intihar (!) etmiştir. Kısacası, baba tarafının Gurmanç (Kürt) olduğu söylenen İsmet İnönü’nün -Bulgaristan Yörük Türkmenlerinden olan- merhum annesi için mevlit ve aşir okuya okuya göze giren ve -belki de başbakan olma hevesiyle- Çankaya Köşkü’nü yol edip duran dahası -adının “Âli/Büyük” olmasından mıdır bilinmez- kendisini Kaf Dağı’nda gören Hasan Âli Yücel yapmıştır yapacağını. Serdengeçti’nin, “yüksek bakanlığın, alçak bakanına” diye başlayan iğneleyici (kinayeli) satırları malûmun ilânıdır aslında. Özetle (hülasa) âh yerde kalmamıştır.

Baba tarafı Gümüşhane’den (Çiftçioğulları) ana tarafı Trabzon’dan (Kadıoğulları) gelen iki asker ailesinin çocuklarının evliliği sonucu dünyaya gelen ve babasının mesleği dolayısı ile Süveyş’te bulunduğu sıralarda İtalyan çocuklarla, İstanbul’da Rum çocuklarla kavga ederek büyüyen; subay olması engellenince vapur kâtipliği yapan, Fuat Köprülü’nün asistanlığından (şimdilerin araştırma görevlisi) alınıp Malatya Ortaokuluna atanan, 4,5 ay sonra Edirne Lisesine gönderilen, 4 ay sonra buradan da alınıp kızağa çekilen daha sonra Deniz Gedikli Hazırlama Okuluna (şimdilerin Deniz Astsubay Hazırlık Okulu) Türkçe öğretmeni olarak atanan, burada dört yıl çalıştıktan sonra okul yönetmeliğinde yer alan “Sadece Türkler kayıt yaptırabilir.” maddesine bağlı kalarak öğrenci kaydı yaptığı için etnik özürlü okul müdürü ile ters düşüp yine görevden alınan (Bu olayı, 15 Temmuz gecesi Avşaroğlu Ömer Halisdemir tarafından şakağından vurulup öldürülen Semih Terzi’nin Ermeni kökenli olduğu iddiaları ile birlikte düşünmelisiniz!.), bir süre özel liselerde edebiyat öğretmenliği yapan, 3 Mayıs Türkçülük-Turancılık davaları yüzünden uzun süre tutuklu ve işsiz kalan, yayınevinde falan çalışan, tarih öğretmeni olan eşi bile -dönemin zorbalarınca- önce tutuklanıp sonra öğretmenlikten atılan, nihayet 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphanesine uzman olarak atanan, 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince Haydarpaşa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atanan, iki yıl sonra “Türkiye’nin Kurtuluşu” konulu bir konferans dolayısıyla Demokrat Partinin kodamanlarıyla da ters düşüp Süleymaniye Kütüphanesine bu kez memur olarak atanan, neredeyse hayatı boyunca siyasetten uzak duran hatta 1961 genel seçimlerinde Adalet Partisinin milletvekilliği teklifini geri çeviren kısacası çilenin kitabını yazan bir adam.. Ve onca haksızlığa, hukuksuzluğa, çirkefliğe rağmen Hüseyin Nihal Atsız kalkıp da bir veya birkaç cücenin alnında birkaç milimetre çapında bir delik açmadıysa bu da onun ne kadar temiz bir insan olduğunu gösterir.

1975’te sonsuzluğa yürüyen Hüseyin Nihal Atsız, İstanbul’da, Osmanağa Camisinde son yolculuğuna uğurlanırken imamın sesi duyulur: “Er kişi niyetine!..” Cemaatten bir ses; arkadaşı Fethi Germuhoğlu hüzünlü bir ses tonuyla mırıldanır: “Bu musalla taşı böyle bir er kişiyi çok az görmüştür!” Orada hazır bulunup, son görevini yerine getirenlerden biri olan Ahmet Kabaklı pîrimiz de sonradan şöyle diyecektir: “Zigetvar’da Kanuni gibiydi!.” Kalemini zaman makinesi gibi kullanarak binlerce yıllık Türk tarihinin her sayfasını dolaşmış bir alp için az bile söylenmiştir. Atsız, yabancı ideolojilerle kuşatılmış Türk gençliğini silkeleyip özüne döndüren, deyim yerindeyse Ergenekon’dan çekip çıkaran bir Bozkurt’tur. Diyarbakırlı Mehmet Ziya Gökalp’ın erken ölümüyle yarım kalan işi tamamlayan adamdır. Adam gibi adamdır. Ve Alparslan Türkeş; -gerekçesi (mazeret) ne olursa olsun- yuğ (cenaze) törenine katılmamakla yanlış yapmıştır.

Nasıl ki Gâzi Mustafa Kemal Atatürk, Mehmet Ziya Gökalp’ın fikirlerine çok değer vermişse Hüseyin Nihal Atsız da bir dönem Alparslan Türkeş’in akıl hocası olur. Hatta siyasetten oldum olası uzak duran Hüseyin Nihal Atsız yapmadığı şeyi yapar ve Hindistan sürgününden dönüp Cumhuriyetçi Köylü Millet Fırkasının (party) başına geçen Türkeş’e (özellikle 1965-69 yılları arasında) destek verir. CKMP’nin adının ve ongununun (logo) değişmesi gündeme gelince, fırkanın adının “Ulusal Birlik Partisi” ve ongununun da ay (hilal) ile bozkurt olmasını önerir. Türkeş ve arkadaşları fırkanın adını Milliyetçi Hareket Partisi; ongununu da -Ermeni asıllı yurttaşlarımızdan olan- yazar Levon Panos Dabağyan’ın önerisi ile üç hilal olarak değiştirir. Fırkanın gençlik yapılanması olan Ülkü Ocaklarının ongunu ise Atsız’ın önerisi olan ay (hilal) ve bozkurt olur. Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının aklında Türkçülükten ziyade Türk-İslâmcı yani sentezci bir yol tutmak vardır. Osmanlı’ya yapılan güçlü vurgu da sırf bu yüzdendir. Osmanlı’nın, üç hilali Karamanoğlu Avşarlarından aldığını ve yine Karamanoğullarının bir Hıristiyan prensliğini (Klikya Ermeni Prensliği) ortadan kaldırarak yerine kurulan tek Anadolu beyliği olduğunu da hatırlatalım. Böylelikle -dinin, siyasete alet edilmesine karşı olan- Atsız’la Türkeş’in yolları ayrılır. Ve TMT… Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı kurulur. Ongunu tıpkı Atsız’ın çıkardığı Türkçü dergilerin ongunu gibi ay (hilal) ve bozkurttur. Dahası 1975 yılında Rauf Denktaş tarafından kurulan fırkanın adı Ulusal Birlik Partisi’dir. Bir yerde Kıbrıs’ın CHP’si olan UBP, Denktaş sonrasında da gücünü korur ve Derviş Eroğlu, Ersin Tatar gibi başarılı siyasîler çıkarır. Kısacası (vel’hasıl) tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Kıbrıs’ta da devleti kuran Türkçüler olmuştur.

Söz konusu Hüseyin Nihal Atsız olunca ilginç bir bilgi daha… Atsız’ı ziyarete üç genç gelir. Gençler, adını çok duydukları Atsız’dan yardım istemek ve belki de akıl almak için gelmişlerdir. Ülkeleri, İspanya ile Fransa arasında paylaşılan Bask halkından olan gençler “Sizinle aynı kandanız. Bize yardım edin.” falan derler. Doğrudur; Basklar, Attila tarafından merkez, doğu ve batı ordusu olarak üç kola ayrılan Hun/Türk ordusunun batı kolunun komutanı olan Basık’ın horantasıdır. Dillerinde anna (ana/anne), ata (baba), gün (güneş), hayda (haydi) gibi sözcükler bulunan Basklarla olduğu gibi Katalanlarla da Fransa’nın Alplerindeki kimi topluluklarla da İtalya’nın Toskana bölgesiyle de ve hatta İrlandalıların, İskoçların, Gallerin ataları olan Keltlerle de kan bağımız vardır üstelik. Böylelikle Osmanlı’nın İrlanda’ya, İskoçya’ya gıda yardımları da Sultan 2. Abdülhamit’in, İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadele eden İrlanda Kurtuluş Ordusu’na yardım ettiği ile ilgili söylentiler de daha bir anlam kazanmaktadır. Gelelim gençlere… Atsız tarafından devletin ilgili birimlerine (!) yönlendirilen bu gençler ülkelerine dönünce önce “Ekin” adında bir dergi çıkarırlar sonra da bir örgüt kurarlar. Bu örgüt Bask ülkesinin bağımsızlığı için mücadele veren ETA’dır!. Bitmedi.. Eta’nın ikinci kuşak yöneticileri İspanya ile yürüttükleri barış görüşmelerinde Türkiye’nin arabulucu olmasını ve görüşmelerin Ankara’da yapılmasını isterler.

Sahi “Ne mutlu Türk’üm diyene!.”, “Türk birliğine inanıyorum. Onu görüyorum!.”, “Nerede bir Komünist varsa başı ezilmelidir!.” gibi yüzlerce sözü bulunan; Bozkurt sevgisi dillere destan olan Gâzi Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mayıs 1944’te hayatta olsaydı o da tutuklanır mıydı acaba? Daha ne diyelim ki.. Şad olasın Atsız Beğ!. Ruhun -sonsuzluk ülkesinde- Alp Er Tunga’ya, Mete Han’a, Erke Han’a, Başbuğ Atilla’ya, Bilge Kağan’a, Odin Ata’ya, Alpaslan’a, Cengiz Han’a, Timur’a, Fatih’e yoldaş olsun. Bir gün yolunu tutacağımız sonsuzluk ülkesinin karlı dağlarında karşılıklı bağdaş kurup, kımız içmek dileği ile…

 

 

 

  • YORUMLAR
adlı kullanıcıya cevap x

Yazarın Diğer Yazıları

  • Türkler bin boydur biri de Moğol'dur - 27 Haziran 2025
  • Çanakkale'den 19 Mayıs'a - 12 Haziran 2025
  • Anayasanın İlk Üç Maddesi Özelinde - 25 Mayıs 2025
  • Türkiye-ABD İlişkilerine Hindistan Gölgesi - 23 Nisan 2025
  • Türkiye'nin Ön Asya'daki Varlığı - 05 Nisan 2025
  • Müslüman Türklerin Oruç Ayı - 23 Mart 2025
    ilan.gov.tr
    Gazete arşivi için üye girişi yapmanız gerekmektedir.
    Köşe Yazarları
    Toplu Sözleşme Sosyal Medya Anketi
    Kadriye Demirel (AES Antalya il Temsilcisi , Eğitim koçu)
    Toplu Sözleşme Sosyal Medya Anketi
    Aziz Dolu Atabey
    Aziz Dolu Atabey
    Türkler bin boydur biri de Moğol'dur
    Yaşar YENİÇERİOĞLU UAEF Başk
    Yaşar YENİÇERİOĞLU UAEF Başk
    Türk Kültür Coğrafyası-1
    Remzi ÖZMEN TES İst 8 Nolu Şb. Bşk, Kamu-Sen İst eski Bşk
    Remzi ÖZMEN TES İst 8 Nolu Şb. Bşk, Kamu-Sen İst eski Bşk
    Memur Emeklisi Cezalı mıdır?
    Reyhan Yıldız Eğitimci Yazar
    Reyhan Yıldız Eğitimci Yazar
    Hayatın Satır Araları: Gündelik Anların Derinliği
    Yusuf İPEKLİ
    Yusuf İPEKLİ
    Araç muayenesi
    Cahit Akdoğan Giresun Valiliği Esk.Halkla İliş. Md
    Cahit Akdoğan Giresun Valiliği Esk.Halkla İliş. Md
    Diyanetten Alkışlanacak Cuma Hutbesi
    Birliğimize Kast Edenlere Verilen Değeri, Anlamak Mümkün Değil
    Mehmet ARSLAN Eğitim Yönetimi Ve Planlama uzmanı
    Birliğimize Kast Edenlere Verilen Değeri, Anlamak Mümkün Değil
    Avrupa Turundan Fransa Paris
    Canan ÖZDEMİR Uzman Sosyolog
    Avrupa Turundan Fransa Paris
    Haydut Devlet İsrail Bölgede Barışı Ve İstikrarı Engelliyor
    Misafir Yazılar
    Haydut Devlet İsrail Bölgede Barışı Ve İstikrarı Engelliyor
    Silâh Bırakma Tiyatrosu!
    Orhan KILIÇOĞLU
    Silâh Bırakma Tiyatrosu!
    Siyonizm Nedir Ve Siyonizmin Tarihçesi
    Av.Faruk Ülker Ümraniye Türk Ocağı Eski Bşk
    Siyonizm Nedir Ve Siyonizmin Tarihçesi
    Hoca Ahmet Yesevi'yi Anarken
    Ali Kemal Gül
    Hoca Ahmet Yesevi'yi Anarken
    Büyük Orta Doğu Yangını
    Türk Ocakları'ndan
    Büyük Orta Doğu Yangını
    Kerbela Çeşmesi
    Şerife Güven
    Kerbela Çeşmesi
    Bayramın Kutlu Olsun
    Köksal Cengiz
    Bayramın Kutlu Olsun
    Trabzon'umuzu-Rum ve Pontus diye bilenlere!..
    Şevket Sezer
    Trabzon'umuzu-Rum ve Pontus diye bilenlere!..
    Çok Okunan Haberler
    Öğretici: Açlık Sınırı 26.115 TL, Yoksulluk Sınırı 85.066 TL Olmuşken Refah Payı Şarttır!
    Öğretici: Açlık Sınırı 26.115 TL, Yoksulluk Sınırı 85.066 TL...
    İstanbul Emniyeti'nde yeni atamalar!
    İstanbul Emniyeti'nde yeni atamalar!
    Haziran enflasyonu TÜİK'e göre yıllık yüzde 35, ENAG'a göre yüzde 69
    Haziran enflasyonu TÜİK'e göre yıllık yüzde 35, ENAG'a göre yüzde...
    Ana Sayfa
    GÜNDEM
    KAMU
    SENDİKA
    DÜNYA
    EKONOMİ
    SİYASET
    HUKUK
    TÜRK DÜNYASI
    EĞİTİM
    MEMURLAR
    Köşe Yazarları
    Foto Galeri
    Video Galeri
    Biyografiler
    Üye Paneli
    Günün Haberleri
    Arşiv
    Gazete Arşivi
    Anketler
    Gazete Manşetleri
    • EKONOMİ
    • HUKUK
    • KAMU
    • MEMURLAR
    • SENDİKA
    • TÜRK DÜNYASI
    • Foto Galeri
    • Video Galeri
    • Köşe Yazarları
    • Biyografiler
    • Üye Paneli
    • Günün Haberleri
    • Arşiv
    • Gazete Arşivi
    • Anketler
    • Gazete Manşetleri
    sanalbasin.com üyesidir

    • Rss
    • Künye
    • İletişim
    • Çerez Politikası
    • Gizlilik İlkeleri

    Sitemizde bulunan yazı , video, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır.
    İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.

    Yazılım: Tumeva Bilişim