Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anayasası sanılanın aksine 1921 değil, 1924'te yürürlüğe giren anayasadır. Mecelle'nin devamı niteliğindeki 1921 anayasası Devlet-i Âliyye'nin (Osmanlı) son anayasası hükmündedir. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilân edilince, yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulmuş ve 1924 Anayasası hazırlanmıştır. Şimdilerde tartışmaların odağında bulunan ilk üç madde de bu anayasa ile belirlenmiştir. Dahası, 1924 Anayasası da Mecelle'nin devamı niteliğindedir. Hatta sürekliliğin % 70 oranında olduğu söylenmektedir.
Anayasadaki Türklük kavramı ile tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi ulus devlete vurgu yapılır. Örneğin, kurucu unsuru Franklar olan Fransa'da on kadar ayrı etnik topluluk bulunmaktadır. Buna rağmen ülkede yaşayan her yurttaş hak ve yükümlülük yönünden Fransız kabul edilir. Üç ayrı etnik topluluktan oluşan Belçika'da kurucu unsurun nüfusa oranı % 40'ı zar zor geçer. Ve şu çelişkiye, şu ikiyüzlülüğe bakın ki Avrupa'da PKK'ya en çok destek veren ülkelerin başında Fransa ve Belçika gelmektedir.
ABD'de de durum Avrupa'dan farklı değildir. Geçmişte Meksika toprağı olan Arizona ve diğer güney eyaletlerinde yaşayanların anadilleri İspanyolcadır. Hatta buralarda -tıpkı Pakistan'daki Urduca (aslı; Orduca) örneğinde olduğu gibi- Spanglish denilen karma bir dil oluşmuştur. Yine ülkede başta Turan kökenli yerliler (Kızılderililer) olmak üzere Afrikalısı, Alman'ı, Fransız'ı, İrlandalısı, İskoç'u, İtalyan'ı hatta Çinlisine varıncaya kadar onlarca etnik topluluk yaşamasına ve hatta İngilizler ülkede çoğunluk bile olmamalarına rağmen ABD'nin tüm eyaletlerinde ulusal (resmî) dil İngilizcedir. Ve bu konu tartışmaya bile açık değildir. Yani Fransız ve/veya Amerikan denildiğinde hangi kökenden, dinden, görüşten olursa olsun ulusun/milletin ortak adı, bir başka deyişle çatı adı kastedilir.
Türkiye için de aynı durum söz konusudur. Anayasada yer alan Türklük, toplayıcı, bütünleştirici bir çatıyı kasteder. Bu çatının altında Avşar'ı, Boşnak'ı, Çepni'si, Çerkez'i, Gurmanç'ı (Kürt), Kayı'sı, Kınık'ı, Kıpçak'ı, Tatar'ı, Uygur'u, Zaza'sı ve daha adını sayamadığımız birçok Türk boyuna mensup soydaşımız birlik ve dirlik içinde yaşamaktadır. Din birliğimiz bulunan Araplar da yine aynı şekilde... Lozan Antlaşması gereği ülkede azınlık olarak kabul edilen Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız da cabası. Anadilleri Türkçe olmasına rağmen Hıristiyan oldukları gerekçesiyle nüfus değişimi (mübadele) sonucu Yunanistan'a gönderilen Karamanlı Türklerini de unutmayalım. Bu son örnek bile Cumhuriyet'i kuran kadroların ırkçı olmadıklarını, tam tersine ümmetçilik takıntılarının olduğunu ortaya koymaktadır.
Dahası, Büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk, milletin tanımını yaparken "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." demiştir. Şimdi tüm bu gerçekler apaçık ortada iken, siz çatıyı kırıp dökercesine Türk-Kürt derseniz, sonrasında Çerkez'i, Zaza'yı nereye konumlandıracaksınız? Geçmişte aynı hata yapılıp; bu millet, Türk-Türkmen diye birbirine kırdırılmışken, üstelik... Çatının altına konan, konumlan(dırıl)an boylar/unsurlar günün birinde leylek gibi göçmeye ve giderken de çatının bir parçasını yanında götürmeye kalkarsa ne olacak? Olası (muhtemel) bir tarlanın taşı ile tarlanın kuşunun vurulması felaketini düşünmek bile istemiyoruz. "Bir olalım, iri olalım, diri olalım." diyen pîrimiz Hacı Bektaş Veli'ye rahmet...
Sözde Marksist-Leninist PKK yetmezmiş gibi şimdi bir de sözde köktendinci Hüda-Par çıktı. Biri "halkların kardeşliği" masalı ile Türk Solu'nu uyutup iğfal ederken, diğeri ümmetçilik maskesi ile Türk Sağı'nın harem-i ismetine girmeye çalışıyor. Her iki oluşum da emperyalizmin kucağında oturduğu için her ikisinin dolayısıyla emperyalistlerin art niyeti Türkiye'yi bölmek, Türkiye ile Türkistan ve Ortadoğu arasına set çekmektir kuşkusuz. Böyle bir sonuç, Türkiye'nin tıpkı Macaristan gibi ıssızlığın ve yalnızlığın ortasında kalması demektir. Batılıların belleğinde "Tanrı'nın kırbacı" olarak yer eden Hun Türklerinin büyük hakanı Atilla'nın da dediği gibi; "Sınırlarınızda bir sorun varsa bunu gidermenin yolu sınırlarınızı genişletmektir." Haliyle Türkiye'nin sınır sorunlarının reçetesi, Meclis-i Mebûsan tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilip, 17 Şubat 1920'de kamuoyuna açıklanan Misak-ı Millî kararıdır.