O; muttaki bir mümin, dinî, millî ve ahlaki hasletleriyle temayüz eden örnek bir idealist, Kıble yürekli, Hilâl bakışlı, bozkurt duruşlu bir aksiyoner, kökboyalı bir Türkmen kiliminin göz alıcı renk ve desenleri gibi bize ait pek çok güzellikleri şahsında cem etmiş, “ülkü denen nazlı gelin”e bütün kalbiyle sevdalanmış, “Milletimizin son yüzyılda yetiştirdiği en büyük fikir, hareket ve dava adamlarından birisi belki de en önemlisi”[1] diye nitelendirilmiş büyük bir mütefekkir ve kaht-ı ricali yaşadığımız bu demde yeri çok zor dolacak “veli” bir Türk milliyetçisi ve tam bir devlet adamıydı.
O; devletin en yüksek toplumsal değer olduğunu, diğer bütün değerlerin ancak onun varlığında hayat bulduğunu, temel ölçüsü “adalet” olan bir devletin nabzının milletin yüreğinde attığını, sağlam içtimai yapıların “âdil devlet”, “ehliyet”, “meşruiyet”, “emniyet” ve “hizmet” ölçüleriyle şekillendiğini ve bütün bu ölçüleri en mükemmel şekliyle Osmanlı Cihan Devleti’nin hayata geçirdiğini en veciz bir biçimde anlatan; devlet ve millet mefhumlarının sırrına erdiği ve bu değerler manzumesinde eridiği için “fenâ fi’d-devle ve’l-mille” (varlığını devletin ve milletin varlığında eriten insan) diye vasfedilen halis bir Oğuz Türk’ü ve gerçek bir “Türkmen Ağası”ydı.
O; Türk milletine ve İslam Dünyası’na dair büyük hayallere ve kutsi ideallere sahip olan, millî konularda sıra dışı yorum ve tahlillerde bulunan, fikir ve gönül dünyasındaki zenginliği; devlet ve bayrak aşkındaki enginliği, mücadele azmindeki coşku ve dirayetiyle, vatan sevgisi ve millet aşkıyla herkese örnek olan mümtaz bir şahsiyetti.
O; ahvalindeki tevazu ve samimiyetle, hareketlerindeki ciddiyet ve faziletle, duruşundaki sükûnet ve metanetle, hitabındaki letafet ve nezaketle, sözlerindeki zarafet ve hikmetle, mübarek ecdadımızdan tevarüs ettiği izzet ve asaletle; Hunlara, Göktürklere, Karahanlılara, Gaznelilere, Selçuklulara, Osmanlılara, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve bu devletlere hizmet eden bütün Türk büyüklerine duyduğu ünsiyet ve muhabbetle zihinlerde ve gönüllerde taht kurmanın ve ilm ü irfanıyla öne çıkmanın ötesinde, kâliyle hâlini bütünleştiren ve tebliğini en mükemmel bir biçimde temsil eden kâmil bir insandı.
O; İslâm’a, Türklüğe, Türk tarihine, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne, milletimizin kültür ve medeniyetine, devlet kurmadaki kabiliyet ve teşkilatçılığına hayran olan, Ülkücü Hareket’in; temel referanslarına, düşünce dünyasına, duygularına, hayâllerine, coşkularına, heyecanlarına ve hedeflerine rehberlik yapan, ülkücü teşkilatlarının kurulmasına önderlik eden, Türk gençliğinin tarih şuuruna sâhip olması, millî kimlik kazanması, mana iklimlerini soluklaması, anarşist ve materyalist düşüncelerden korunması için gecesini gündüzüne katan müstesna bir fikir adamı ve müthiş bir aksiyonerdi.
O; gençliğin hür düşünce ikliminde Türk milliyetçiliği şuuruyla yetişmesi, İslâm ahlâkıyla tebellür etmesi, politik ayak oyunlarından azade kalması, yüreğinin rozetinden büyük olması, siyasi kadroların programları etrafında değil, fikirler ve ülküler etrafında kenetlenerek aksiyoner bir hareket oluşturulması gerektiğine inandığı için, -MHP’nin “ikinci adamı” olmasına rağmen- yöneticisi olduğu partiden bağımsız bir gençlik yapılanmasının daha uygun olduğunu ifade edip hayata geçiren ve zaten kendisini de bir siyasetçi olmaktan çok, bir mefkûre insanı olarak gören gerçek bir idealistti.
O; köklü ve sağlam bir tarih şuuruna sâhip olduğu için Türk milletinin istikbaline dair çok büyük rüyalar gören, gençliğin de aynı rüyaları görerek büyük idealler peşinde koşması için durup dinlenmeden say u gayret gösteren, siyaseti bir gaye olarak değil, milletine, ülkesine ve ülküsüne hizmet yolunda bir araç olarak kabul eden, yazdığı yazılar, ülke ve dünya meseleleri hakkında ortaya koyduğu görüşlerle Türk milliyetçilerinin fikrî çizgisine yön veren ve “Ülkücüler! Hedefiniz Büyük Türkiye Ülküsü’nü gerçekleştirmektir. Hedefiniz yeniden büyük Türk-İslâm Medeniyeti’ni kurmaktır. Şanlı tarihimiz ve büyük ecdâdımızın bize yüklediği misyon budur. Allah (CC) bizimle beraberdir.”[2] diyerek mefkûre bayrağımızı göklere yükselten bir ülkü deviydi.
O; hem “alp”, hem de “eren” sıfatlarının cümle güzellikleriyle bezenmiş “Gül” gönüllü bir millî mürşit olarak; millî ve manevi değerleri gençlerin zihnine ve yüreğine bir gergef gibi işlemiş, ülkücü nesillerin köklü bir tarih şuuruna sahip olması için evvela; “Türk tarihinin yeni bir yorumunu yapmış, daha sonra ise tarih içinde çağdaş Türk gençliğinin yeri ve vazifesini öğretmiş”[3] çok çaplı bir mürebbi ve muazzam bir muallimdi.
O; mübarek ecdadımızın, “İnsanlığın Son Adası”[4] olan Osmanlı’yı dünya tarihine armağan ettiğini bütün yazı ve konuşmalarında dile getiren, Türkiye Cumhuriyeti’nin de “Nizam-ı Âlem’i tedvir”de söz sahibi olabilmesi için güçlü bir dünya devleti hâline gelmesini arzulayan, bu amaç doğrultusunda Müslüman Türk’e has millî bir devletin hasretiyle yanıp tutuşan, “Türk tarih sarkacının yükselişe geçtiğini”[5] veciz bir üslupla anlatan ve sanki destan çağlarının efsane devirlerinden bugüne gelmiş olan bir Osmanlı akıncısıydı.
O; derin tarih bilgisinin ve felsefesinin çağladığı tadına doyulmaz sohbetleriyle, kendine has latif ve akıcı üslûbuyla, insanı yüreğinden yakalayan gayet nükteli ve etkili hitabetiyle, günümüzdeki gelişmeleri tarihimizdeki çarpıcı misallerle açıklayan ve bu zamana kadar hiç rastlamadığınız değerlendirmeleriyle, her kesimden insanın anlayacağı tarzda dile getirdiği son derce gerçekçi teşhis ve çözüm önerileriyle, bize öğretilen “doğru bildiğimiz yanlışları” bir kalem darbesiyle hâk ile yeksan eden çok güçlü bir erbab-ı kalemdi.
O, bizlere her zaman hatırlanacak, hiç unutulmayacak olan; “Durum muhakemesine hasımdan başlanmaz”[6]; “Mukallit mucidin gerisinde kalmaya mahkûmdur.”[7]; “Yolcuların çoğu tarafından istenilmek, insana kaptan olma özelliği kazandırmaz.”[8]; “Sözümüz oturup yazıtanlara değil, okuyup tozutanlaradır.”[9]; “Türk münevverlerinin mefhumlarla münasebeti yoktur. Onların dâvâsı kelimelerledir.”[10]; “Yalnız kendi ihtiyacı için çalışan ekonomi iflasa mahkûmdur. Zîrâ kendi memesini emen bir inek asla şişmanlayamaz.”[11]; “Tabiat boşluğa müsaade etmez. İktidar boşluğu, kendinde kudret görenler tarafından işgal edilebilir.”[12]; “İnandığımız değerlerle, uygulanan değerlerin zıddiyeti, içinde bulunduğumuz anarşi fetretinin sebebidir.”[13]; “Ne hürriyet, ne demokrasi, ne de insan hakları… Hiçbir şey, hiçbir şey ülke bütünlüğünden daha aziz, istiklâlden daha değerli değildir. Türk milletinin mukaddesatı için, hiçbir zaman saklamadığı gücü, kanıdır.”[14]; “Milliyetçiler konfeksiyon fikirlere iltifat etmezler.”[15]; “Ülkücüler, ipeğe sarılmış çeliktir.”[16]; “Milleti sevmek elbette yetmez, ona hizmet için gereken şartları da haiz olmak lâzımdır; ama sevgi, (romantizm) astar boyadır. Onu kaldırırsanız diğerleri kendiliğinden ölür.”[17]; “His, fikrin barutudur. Romantik milliyetçiliği yayan, yaşayan ve yaşatanlar; bütün mermileri iten kudret, sizin eserinizdir.”[18]; “Millet, özünde bir romantizmi ihtivâ eder, bu romantizmi kaldırırsanız millet de biter.”[19] gibi nice veciz sözler miras bırakmış bilge bir münevverdi.
O; Türk milletini sevmenin ve büyüklüğüne inanmanın sırrına muttali olmuş, “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması” ve Tevhit Sancağı’nın Türkiye’de yeniden kıyama durdurulması gerektiğine bütün kalbiyle inanmış, “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”mak[20] için ahiret merkezli bir hayat yaşamış; yaptıkları ve yazdıklarıyla, idealizmi ve mücadelesiyle, geçerliliğini yitirmeyen tahlil ve tespitleriyle, zamanın eskitemediği yorum ve hükümleriyle ülkücülerin kalbinde müstesna bir yer tutmuş olan ve yarınların nefesini soluklayan görüş ve düşünceleriyle yeri dolmayan, doldurulamayan kâmil bir dava ve fikir adamıydı.
Hâsıl-ı kelâm o; “Türk’e zarar vermeyene müsamaha, Türk’e fayda vereni himâye”[21] düsturunun en güzel lisanıydı.
O; tuğrası “Üç Hilâl” le çekilmiş bir asalet fermanıydı.
O; “din ü devlet, mülk ü millet” diyenlerin yâranıydı.
O; Türkiye ve Turan aşkıyla yanan bir tarih ummanıydı.
O; millî düşünce üslûbumuzun en veciz tercümanıydı.
O; “vicdanını kaybeden bir devrin vicdânı”[22]ydı…
O; ilmiyle âmil, imanıyla kâmil bir güzel insandı.
O; “Yesi Güvercinleri”[23]ne meftun bir Müslümandı.
O; şiir gibi duygulu, mehter gibi coşkulu bir destandı.
O; zamanın fethine çıkan “Gül” yüzlü bir kahramandı.
O, ülkücü gençliğin rehberi ve ruh hamurkârıydı.
O; “Büyük Türkiye”nin unutulmaz fikir mimarıydı.
O; fazilet şahikası bu aziz milletin medar-ı iftiharıydı.
O; hayâllerine hazan değmeyen bir tefekkür baharıydı.
O; Türk’e sevdalı, bozkurt edalı bir Osmanlı çelebisiydi.
O; Kıble yürekli, turkuaz renkli bir inanç abidesiydi.
O; Oğuz Han ahfadından “veli” bir Türk milliyetçisiydi.
O; “Kökü mâzide olan âtiyiz”[24] diyen bir aksiyonerdi.
O; “Türk’ün cihangirliğine inanmış” sivil ruhlu bir askerdi.
O; “Türkmen Ağası” Binbaşı Dündar Taşer’di.
***
İşte “veli” bir Türk milliyetçisi ve fikir kubbemizin parlak yıldızlarından birisi olan bu güzel insan; “Allah’ın takdir ettiği vâde”[25] dolduğu için; tıpkı şairin; “Yaşarken doludizgin, ölüvermek apansız”[26] mısraında ifade ettiği üzere bir ikindi güneşi gibi aniden guruba erdi. 13 Haziran 1972 günü -içinde birçok soru işaretleri barındıran- bir trafik kazası sonucu Hakk’a yürüdü. Ama elden ne gelir; “İzâ câe’l-kazâu âmiye’l-basar”[27] buyurulmuş, yani ‘Kaza gelince basiret bağlanır’mış... Çare yok; hüküm Büyük Yer’den verilmiş, “Üzerine yemin edilen kalem”[28] böyle yazmış ve nefes sayısı tamamlanmış…
Şair; “Her ölüm erken ölümdür.”[29] diyor. “Zamansız öldü!” sözü pek çok kişi için kullanılması sebebiyle “söz” olmaktan çıkıyor, sıradan bir “laf” hâline geliyor... Ancak en verimli çağında Hakk’a yürüyen Dündar Taşer’in vefatı, Türk milliyetçileri için hakikaten “çok zamansız ve çok erken bir ölüm”dür. Bu söz, “Türkmen Ağası” için söylenince yalın bir gerçeği ifade ettiği için beylik bir laf olmaktan çıkar… Ve gök kubbede sayısız “hoş sada” bırakan Dündar Taşer’in ölümü, sinemize demir atan büyük bir sancı oluşturur; hüznümüzü 1972 yılından bu yana kıyama durdurur ve gönüllerimizi yakan tarifsiz bir hicran ateşi hâlinde yüreğimize oturur…
Ârif Nihad Asya’nın bir şiirinde;
“Ağlasın taşlara kapanıp tarih,
Selim’ler gelir de Yavuz’lar gelmez!”
diyerek işaret ettiği üzere; “gelimli gidimli dünya”dan birçok insan gelir geçer, ancak kırk yedi yıllık hayatı; Türk Milleti’nin iki asırdır karşı karşıya olduğu “cezr”in bittiğini ve “medd”in başladığını zihinlere ve gönüllere müjdelemek, çevresindeki insanlara ışık olup ufuk çizgisini genişletmek, bu aziz milletin büyüklüğünü ve tarihî mefahirini bütün ihtişamıyla gençlere yeniden öğretmek, bu neslin ruhunu İslam imanı ve Türk asaletiyle mayalamak mücadelesi içinde geçen Dündar Taşer gibi müstesna mütefekkir ve aksiyon adamları bu dünyaya her zaman gelmezler, ancak yüz yılda bir nadiren aramıza misafir olurlar…
Bu konuda şunu da ifade etmemiz gerekir ki; bugün yaşadığımız fikrî savrulmaların, medeniyet zeminimizden ayrılmaların, siyasi ve fiilî sıkıntılarımızın önemli sebeplerinden birisi de -fakire göre -yerlerini bir türlü dolduramadığımız Dündar Taşer’in, Erol Güngör’ün ve S. Ahmed Arvâsî’nin; söyleyecekleri pek çok söz, yazacakları pek çok kitap, yapacakları pek çok iş ve çözecekleri pek çok sosyal ve siyasi problem varken çok genç yaşta bu dünyadan göçmeleri ve bu güzel insanların Ahiret Yurdu’na çok erken yelken açmalarıdır…
15 Mayıs 1925’te Gaziantep’te dünyaya gelen, bundan 48 yıl önce, 13 Haziran 1972 günü Ankara’da şüpheli bir trafik kazası sonucu 47 yaşında Rahmet-i Rahman’a kavuşan; her “mesele”mize çözümler üreten, veli bir Türk milliyetçisi, sivil ruhlu bir asker ve bir millî mürşit olan Türkmen Ağası Binbaşı Dündar Taşer’in kabri nur, ruhu şâd, mekânı Cennet, makamı âli olsun. Bu güzel insanı Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfireti, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın şefkat ve şefaati perdepuş eylesin.
Ve sözün bittiği yerde İlahi Kelam başlar:
“Küllü nefsin zâikatü’l-mevt.”[30]
“İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn”[31]
“Hüve’l-Bâkî”
Dündar Taşer’in, cümle geçmişlerimizin ve bütün şehitlerimizin ruhu için el-Fatiha!..
[2] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, VI, 189
[3] Erol Güngör, Taşer’in Büyük Hizmeti, Töre, Haziran 1979, sayı 97
[4] Mustafa Armağan, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2008
[5] Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, 56
[6] Dündar Taşer, Mesele, Durum, 45
[7] Dündar Taşer, a.g.e., Eş Mânâlıdır, 183
[8] Dündar Taşer, a.g.e., Fesadın İttifakı Çabuk Gelişti, 15
[9] Dündar Taşer, a.g.e., Sosyalist ol Rahat Bul, 117
[10] Dündar Taşer, a.g.e., Kelimecilik, 131
[11] Dündar Taşer, a.g.e., Meseleler ve Durumumuz, 23
[12] Dündar Taşer, a.g.e., Bilanço, 57
[13] Dündar Taşer, a.g.e., Nizama Dair, 76
[14] Dündar Taşer, a.g.e., Cinnet Rüzgârı, 98
[15] Dündar Taşer, a.g.e., Kim Kimdir, 303
[16] Dündar Taşer, Mesele, Milliyetçi Hareket ve Gençlik, 94
[17] Dündar Taşer, a.g.e., Romantizme Dair, 135
[18] Dündar Taşer, a.g.e., Romantizme Dair, 135
[19] Dündar Taşer, Mesele, Romantizme Dair, 134
[20] Hûd, 11/112
[21] Dündar Taşer, a.g.e., Milliyetçi Hareket, 67
[22] Cemil Meriç, Mağaradakiler, 309
[23] Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 12
[24] Yahyâ Kemâl Beyatlı
[25] İsrâ, 17/99
[26] Ümit Yaşar Oğuzcan, Ölüm Gazeli
[27] Beyhakî, Şuabu’l-îman, I, 404, Hadis Nu: 248; Es-Sekâfî, el-Makasidü’l-Hasene, 98, Hadis Nu: 83; Aliyyü’l-Kâri, bu cümlenin hadis değil, İbn-i Abbas’a ait güzel bir söz olduğunu söylemiştir. (Mirkâtü’l-Mefâtîh, VII, 2683)
[28] Kalem, 68/1
[29] Cemal Süreya, Üstü Kalsın.
[30] Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57; “Her nefis ölümü tadacaktır.”
[31] Bakara, 2/156; “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz”
Mehmet GÜNEŞ