ATATÜRK VE HÜKÜMETİ’NİN NAZİ ALMANYA’SININ BASKILARINA KARŞI GÖSTERDİĞİ DİRENÇ
Bir millete yapılabilecek en alçakça kuşatmanın yalan, yanlış bilgiler yaymak yanında doğru bilgiye ulaşmasını kısıtlamak olduğunu düşünenlerdenim. Cumhuriyet’in temel aldığı bilimden, insanlıktan, üretmek ve çalışmaktan geçen düşüncelere düşmanlığı körüklemede bu iki alçakça strateji başat bir şekilde işletilmekte. Şimdi bu düşmanlığa Atatürk ve hükümetinin anti-semitism yanlısı olduğu şeklinde ifadeler eklendi. Birtakım üniversitelerin de desteklediği toplantılarda Dünya’da anti-semitism rüzgârı estiği bir dönemde, Atatürk’ün de anti-semitism rüzgarına kapıldığı, ülkesindeki ve yurt dışındaki Yahudi kökenli vatandaşların yanında durmadığı, Nazi Almanya’sından gelen akademisyenleri korumadığı iddia edilmekte. Bu iddia sahiplerinden birisi Yahudi kökenli Türk vatandaşlarından olan ve zaman zaman Türkiye’ye gelerek bahsi geçen toplantıları düzenleyen Prof. Dr. İzzet Bahar ve arkadaşları…
Akademisyenliğin gereği tartışmak olduğuna hemfikirim. Ancak Cumhuriyet değerlerine yoğun bir şekilde saldırıldığı bir dönemde Sayın Bahar ve arkadaşlarının bir blok halinde yalan yanlış bilgilerle öğrencilerin, akademisyenlerin karşısına çıkmasını manidar buluyorum. Sayın Bahar ülke ülke dolaşarak, anti-semitik düşüncenin köken aldığı topraklarda dahi Türklerin anti-semitik düşüncelerinden bahsetme absürtlüğü içerisinde. Tezinin doğruluğunu ispatlamak için temel aldığı kaynağın, Albert Einstein’in Türk Hükümeti’ne gönderdiği bir mektupla birtakım akademisyenlerin Türkiye’de çalışma önerisini hükümetin reddetmesi olarak tanımlamakta. Elindeki tek somut iddia ne yazık ki bundan ibaret olmasına rağmen başlattığı mücadelenin büyüklüğü ve elindeki kanıtın sübjektifliği arasında bağlantıyı kaybetmiş durumda. El insaf demekten başka cevap bulamıyorum.
Şimdi soru şu: Anti-semitismin zirve yaptığı, Nazi hükümetinin Yahudi ırkından olanlara nefretinin büyüklüğü tüm Dünya sınırlarına yayıldığı bir dönemde, Atatürk Türkiye’ye davet edilen Yahudi akademisyenleri korumuş mu yoksa Hitler’in buyurganlığına teslim mi olmuştur?
Öncelikle belirtmek gerekirse, Cumhuriyet döneminde Üniversite Reformu gibi bir devrimin yapılma iradesi başlı başına bilimsel materyalizme, kurumsallığa inanmaktan kaynaklanır. Yahudi akademisyenlerle işbirliğinin temelinde aynen Fritz Neumark’ın anı kitabının başlangıcında dile getirdiği gibi “ortak çıkarların uyuşması” vardır. Ancak Sayın Bahar bu ifadeyi değiştirerek “Türk devlet çıkarlarının gerektirdiğinin yapılması” olarak tanımlamakta. Bir nevi Fritz Neumark’ı yalanlamaya çalışmakta.
Sayın Bahar’ın ifadesine haklılık kazandırabilecek tek olasılık, ülke çıkarı için getirilen akademisyenlere sahip çıkmama şartları oluştuğunda mevzubahis edilebilirdi. İzzet Bahar da bakın çıkarlarınız için ülkeye bu akademisyenleri getirttiniz ancak Nazi Almanya’sına karşı duruş göstermediğiniz gibi bu kişileri korumadınız diyebilirdi. Ancak süreç böyle gelişmemiştir. Nazi Almanya’sından kaçanlar hem himaye edilmiş; hem Hitler’in birçok kez aracılarıyla yaptığı yeni teklifler ve tehditlere karşı duruş gösterilmiş; hem de ülkenin menfaatine olan bir süreç işletilmiştir. Yani bir nevi bilimsel materyalizme olan mutlak inanç ve sadakat hiçbir koşulda yara almamıştır. Bilimsel materyalist düşüncenin temelinde ırk ayırımı olamayacağı tüm Dünya’ya ispatlanmıştır.
Şimdi gelelim kendi tezimizin doğruluğunu somut verilerle ispatlamaya. Osmanlı döneminin tarihi ve ekonomik yıkımı sürecinde şekillenmiş Darülfünunu kapatarak, yeni bir Üniversite şekillendirmek aynı zamanda Tıp İlmini sosyal devlet algısı üzerinden kurgulamak üzere temel atmak başlı başına bir reform hareketidir. Mevcut ekonomik koşullarda yurt dışından gelenlere kadro açmak amaçlı, ülkenin kendi akademisyenlerinin önemli bir çoğunluğunu kadro dışı bırakmak ise reformun kararlılığını göstermek için giyilen ateşten bir gölektir. Ancak Atatürk de Reşit Galip de bu gömleği giymiş, hem yurt dışından Nazi zulmünden kaçanları ülkeye getirtmeyi başarmış (bazılarını hapisten çıkararak ve hepsini aileleriyle ve asistanlarıyla birlikte), hem de Hitler’in hışmına uğramak pahasına gelen akademisyenlere sonuna kadar sahip çıkmıştır. Bu duruş nedeniyle hem sağlıklarıyla hem varlıklarıyla bedel de ödemişlerdir. Sayın Bahar akademisyenlerin getirilişini ülke menfaatine olarak niteleyip kestirip atmakta, ödenen bedel konusunda tek bir cümle kurmamaktadır.
Gelelim akademisyenler getirildikten sonra onları korumak adına gösterilen dirence. Yahudi kökenli akademisyenler başta sağlık alanındaki kurumlara yerleştirilerek hiçbir aksama ve kesinti olmadan maaşları ödenmiştir. Bu maaşlar, ülkemdeki milletvekillerinin aldığı maaşların üç dört katı büyüklüğünde olup, yıkık ekonomik koşullarda bu ücretlerin aksatılmadan verilmesi bir onur meselesi olarak görülmüştür. Bir program dahilinde çalışmalar tüm ülke sathına yaymaya çalışılmış, kurumsallaşma önce İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış, sonra Van’a kadar ulaşması hedeflenmiştir. Ancak Yahudi akademisyenlerle birlikte ortak götürülen bu süreç Nazi Sosyalistlerinin tepkisini çekmiş, Hitler’in bizzat gönderdiği aracılar ile Yahudi akademisyenleri ülkemizden uzaklaştırılmaya çalışmış, aracılarının eline tutuşturduğu listelerdeki saf Aryan ırkından akademisyenleri kabul ettirmek istemiştir.
1933 Üniversite Reformu sürecinde Nazi Almanya’sının dışladığı akademisyenlerin temsilcisi olarak gelen nöropatolog Philip Schwartz’ın Yahudi kökenli akademisyen listesinin tamamı kabul edilmiş ve göreve başlatılmıştır. Ancak Philip Schwartz la aynı dönemde Hitler’in bizzat gönderdiği Alman Nazi akademisyenlerin temsilcisi başka bir akademisyen daha vardır. Bu kişi ünlü göğüs cerrahı Ernst Sauerbruch’dir. Sauerbruch’ın amacı Schwartz’ın Reşit Galip’e verdiği Yahudi akademisyenler yerine Hitler’in ulaştırdığı Nazi yanlısı akademisyenlerin listesini kabul ettirmektir. Reşit Galip, Sauerbruch’ın Nazi listesini kabul etmemiş; Sauerbruch ise ısrarını sürdürmek üzere kendisini Ankara’da bulmuştur. Muhtemel ki Atatürk görüşmediği için Dışişlerinde görevli etkin bir bürokrat ve eski bir hastası olan Numan Menemencioğlu vasıtasıyla 1934 Ağustos’unda hem Refik Saydam’la hem de İnönü ile baş başa görüşmüş, ancak Ankara’dan eli boş bir şekilde ülkesine dönmüştür. Kısacası Hitler’in bizzat ulaştırdığı Nazi Almanya’sının akademisyen listesi reddedilmiştir.
Ancak Hitler’in Yahudi akademisyenlerin uzaklaştırılması amaçlı direnişi devam etmektedir. Tarihsel kayıtlara yansıyan diğer bir Nazi direnişi ise Atatürk’ün ölümüne yakın ve ölümünden hemen sora gerçekleşen başka bir girişimdir. Bu direniş hareketini Prof. Dr. Faruk Şen çalışması ile gün ışığına çıkarmıştır. Prof. Dr. Faruk Şen, “Ayyıldız Altında Sürgün: Herbert Scurla’nın Nasyonel Sosyalizm Döneminde Türkiye’de Çalışan Alman Bilim Adamları Hakkında Yazdığı Rapor” la belgelenmiştir. Çalışma, Almanca yayınlanmış ve 2008 yılında da Türkçeye çevrilmiştir. Hitler Almanya’sının Türkiye’ye sığınan ve İstanbul ve Ankara’da görev alan profesörlerle ilgili durumlarını değerlendirmek için 1 Mayıs 1934 tarihinde oluşturduğu İmparatorluk Bilim ve Milli Eğitim Bakanlığı bu kez yüksek düzeydeki bir bürokratı Türkiye’ye gönderme kararı almıştır. Bu akademisyen Dr. Herbert Scurla’dır. Scurla, 1937’de yani Atatürk’ün hala yaşadığı dönemde ve Atatürk’ün ölümünden sonra 11 – 25 Mayıs 1939’da Ankara ve İstanbul’a gelerek Türkiye’deki görev yapan Yahudi asıllı profesörler hakkında geniş bilgi içeren raporu sunmuştur. Dr. Scurla raporunda Hitler Almanya’sının kültür politikasını ifade etmiş, Yahudi asıllı Alman profesörlerin Nazi Almanya’sı hakkındaki menfi propagandasını önlemek amacı güttüğünü belirterek, ölen veya Amerika’ya giden Alman hocaların yerine Alman asıllı profesörlerin Türkiye’ye gönderilmesine yönelik çalışmalar yapmıştır. Ancak Nazi Hükümeti bu çalışmalarının da neticesini alamamıştır.
Atatürk üstün liderlik vasfıyla o dönemin gerçekliğini hiçe sayarak Nazi Almanya’sının Yahudi politikasına direnmekle kalmamış, bu direnişi gösteremeyecek kişilerin önünde set oluşturmayı başarmıştır. Bu direnişin gücünün büyüklüğü ölümü sonrasındaki politikaları dahi etkilemiş, Türkiye Cumhuriyeti, 2. Dünya savaşında tarafsız kalma iradesini gösterebilmiştir.
Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet’in düşünce yapısını anti-semitik hareketlerle ilişkilendirmek tabiri caizse insanın kendi ülkesine ihanetidir. Prof. Dr. İzzet Bahar’ın çabaları bu ihanetin ve aynı zamanda kendi ırkçı düşüncelerinin belgesi gibidir. En zor dönemlerinde kendilerine kucak açan bir ülkeyi, ülke çıkarları için hareket ediyorlar diyerek tanımlamasına rağmen, Nazi etkisi geçtikten hemen sonra Yahudi akademisyenlerin kendi menfaatleri için ülkeyi terk etme iradesine isim vermemiştir. Bir yerde Yahudi çıkarlarını tanımlamayarak iki yüzlülük yapmıştır.
Anti-semistism ve ırkçılık ne Osmanlı döneminde ne de Cumhuriyet döneminde bu ülkenin ve insanlarının bir gerçeği olmamıştır ve olmayacaktır. Prof. Dr. İzzet Bahar, ırkçılığı kendi düşünce yapısında aramak zorundadır. Yahudi ırkının hesaplaşacağı en son ırk Türkler en son din ise İslam’dır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesinde tek gerçeklik, bilimsel materyalizm ile kurumsallaşmak ve yurttaşlık kavramı altında ulus devlet kurmaktır. Kendisinin ifadesine istinaden söylemek gerekirse bireysel menfaat için yaşadığı ülkelerin siyasetini gütmek, bizlerden ziyade bu ülkeyi ülkesi olarak bilmiş annesi Beki Bahar’a ihanettir.