Türkiye ve İran, küresel güçlerin İslam ülkeleri üzerinde oluşturmaya çalıştıkları “Yeni Düzen”de bölgesel güç olarak önemli konuma sahiptir.
ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve kısmen de İtalya’nın Orta-Doğu’yu işgalleri ile kurulan yeni düzen, bu ülkelerin oluşturdukları siyasi, ekonomik ve sosyo-psikolojik menfaatleri doğrultusunda şekillendirilmiştir.
Küresel güçler, bu yapılanmaları yaparken karşılarına İran ve Türkiye gibi iki bölgesel güç çıkmaktadır. Bu iki ülkenin işbirliği Asya’da, Afrika’da ve batı dünyasında güç dengelerini alt üst edeceği için ilişkiler asırlarca Yahudi ve Hıristiyan dünyanın kışkırtmaları ve destekleri neticesinde hep olumsuz olmuştur.
Son olarak bölgede hâkimiyetlerini sürdüren ve İngiliz oyunları ile tarih sahnesinden çekilen Osmanlı ve Kacar devletlerinin de ilişkileri bugünkü İran ve Türkiye ilişkileri gibi pek sağlıklı değildi. Ama ortada büyük bir hakikat vardır ki her iki ülkenin nüfuslarının Türk ağırlıklı olduğunu görmekteyiz.
Dün olduğu gibi günümüzde de Yahudiler, Ruslar, İngiltere ve Amerika aynı oyunlar oynamaktadırlar.
“İran” adı, tarihte ilk defa Firdevs’in 11. yüzyılda yazmış olduğu “Şehname” adlı efsanede “Turan”a karşı bir bölge adı olarak geçer. Bu eser, Türk, Arap ve İslamiyet karşıtı bir efsane olduğu için Yahudilerin ve Katolik kiliselerinin destekleri ile Haçlı savaşları döneminde bütün Türk-İslam dünyasında en çok propagandası yapılan ve en çok nazirelerin yazıldığı bir eser olmuştur.
Haçlı savaşlarından sonra çeşitli araştırmacılar ve yazarlar tarafından “İran-Turan” konusu ile ilgili yüzler eser yazıldı. Böylelikle bir efsane üzerinden İran adı gündemde kaldı. İran asırlarca Türklük ve Turan karşıtı olarak işlendi. Tabii “İran” sadece bir ad olarak kalmamış bu adın ötesinde ülkenin sosyal-psikolojik ve etnik yapısını da Türklüğün aleyhine değiştirecek bir genel sürecin tezahürü haline getirilmiştir. Bu süreç, tamamen İran Türk egemenliğini olumsuz etkileyen esas faktörlerden biri olmuştur.
1918 tarihinde Müttefik Devletler, Osmanlı İmparatorluğunun doğusunu işgal edince Türklere karşı –Osmanlılara, özellikle de Kacar Türklerine (İran Türklüğüne) yönelik– oldukça korkunç ve soykırım niteliğinde bir vahşet uygulamışlardır. Soykırım olarak nitelendirebileceğimiz bu vahşet ve katliamdan sonra kurmak istedikleri “Yeni Düzen”de İran’da Türklerin etkisizleştirilmesi, manen yok edilmesi ve Pers kimliğine dayalı bir devlet kuruculuğuna gidilmiştir.
Pehlevi hükümetinin kurulmasından sonra da Rıza Han tarafından kabul edilen yeni bir kanunla 1935’de ülkenin adını resmi şekilde Türk karşıtı olarak nitelendirilmeye başlayan “İran” ve “İran-Pers” ilan ettiler. Burada söz konusu olan Türkiye değil, İran Türklüğüdür. Yeni kurulan İran’ın Türkiye ile de gayet iyi ilişkiler kurulması sağlanmıştır.
Ancak İran rejimi bir taraftan da İran’daki Türklerin, Farslaştılmasını ve Farslardan daha fazla Fars olmasını sağlamayı devlet politikası haline getiriyordu.
Yüz yıl önce İngiltere güdümlü Başbakan Hasan Vüsuk-üd Dövle’nin söylediği, “Türklerin dönemi bitmiştir! Biz İran’ı bir daha Türklere vermeyeceğiz, Azerbaycanlılar ısrar ederse, onları kuru kangren hastalığına yakalanmış küçük parmağımız olarak kesip atarız.” ifadesinin sadece bir ahmakça söylenmiş bir sözden ibaret olmadığının ve 100 yıl öteden beri süregelen bir Türk karşıtı proje olduğunu da anlamamız gerekiyor. Günümüzde Büyük Ortadoğu Projesi’nin İran’la ilgili uygulanmak istenen kısmı budur.
Son yüz yılda üzerinde durulmaya çalışılan “Türkiye - İran İlişkileri”, tarihsel olarak esasen Safevi - Osmanlı ihtilaflarına dayanarak gündem bulmaktadır.
Bir tarafta Türkleri o kadar da önemsemeyen, kendi kimliğini arkaya atarak Arap kimliğini ön plana alan, Arap edebiyatını esas alarak Arapça-Farsça-Türkçe karışımı bir dille konuşarak Türk ülkesini “Acem” veya “Acemistan” olarak adlandıran, en çok Firdevs’in övüldüğü ve en çok Şahnamelerin yazıldığı, Şah İsmail’in Türkçe mektubuna Farsça cevapların verildiği Osmanlı İmparatorluğu vardı. Diğer tarafta ise Şii mezhebini resmî devlet dini ilan ederek Doğuda Hindistan Türk Devletini, Kuzey-Doğuda Orta Asya Türk Hanlık ve emirliklerini ve Batıda Osmanlı İmparatorluğunu karşısına alarak kendini yalnızlaştıran ve zaman aşamasında zayıf düşüren Safevi-Türk İmparatorluğu söz vardı.
İki ülkenin birbirleri ile olan olumsuz ilişkileri hep Türk yurtlarına ve Türklüğe zarar vermiştir.
Tarih içerisinde Türk coğrafyalarında sahnelenen oyunları görerek, bugünkü İran-Türkiye ilişkilerine yön vermek özellikle Türkiye’yi yönetenlerin temel görevlerinden birisi olmalıdır. Aksi takdirde Türk dünyasına ihanet edilmiş olunur.
Son günlerde İran’da yaşanan olayları Türkiye’yi yönetenlerin bölge ilişkilerini çok iyi stratejik analizler yapan akademisyenlerle irdelemesi ve net bir “İran Politikası” oluşturması gerekmektedir.
Küresel güçlerin “Kürt sorunu” bahanesiyle İran’da sahneye koydukları oyunların ve bugün ülkenin tamamına yayılan olayların Türk topluluklarına bulaştırılmaması için Türkiye’nin bölgesel ilişkilerini üst seviyeye çıkararak yeni katliamlara fırsat vermemesi gerekir.
Artık Türkiye’nin büyük oranda İslam âlemini parçalayarak yeni bir düzenin kurulmasını hedeflemiş olan BOP projecileri ABD, İngiltere ve İsrail’in yanında yer almamalıdır.
Ahmet YANAR
Eğitimci Yazar