Cevabı en baştan vereyim: Çağdaşlaşmayı.
Türkçülüğün fikir babası Ziya Gökalp temeli sağlam kurmuştu: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak. Son kelime "asır"dan türemiştir ve "muasırlaşmak" tam tamına bugünkü "çağdaşlaşmak" teriminin karşılığıdır. Gökalp'ın ortaya koyduğu bir başka uran (slogan) da şuydu: “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim”. Burada "muasır (çağdaş)" olmanın ne demek olduğu belirtiliyordu: Garp (Batı) medeniyetine girmek.
Aslında Türkler, 3. Selim'den beri bu yola girmişti. Hem de devlet eliyle. Nizâm-ı Cedit, 2. Mahmud'un yaptığı yenilikler, Tanzimat, Islahat, 2. Abdülhamid'in açtığı okullar hep Batılılaşma yönünü gösteriyordu. Kuzey ve Doğu Türklüğü de aynı yola girmişti. İsmail Gaspıralı hareketinin adı Cedidizm (yenilikçilik) idi ve cedit mektepleri kısa zamanda bütün Türk Dünyasında yayılmıştı. Ziya Gökalp'ın yaptığı, Türklüğün yürüyüşünü sistemleştirmekti. Bunu hem incelemeleriyle ortaya koydu, hem de zamanla uran (slogan) hâline gelen ifadeleriyle. Atatürk'ün yaptığı da bu yürüyüşün devamı ve Gökalp'ın fikirlerinin uygulamaya geçirilmesidir. Onun en çok kullandığı iki kavram "Türklük" ve "çağdaşlaşma"dır (muasırlaşma, asrîleşme).
Özellikle 1940'tan sonra "Türklük" kavramının geriye atılması, ciddi şekilde ihmal edilmesi, Türk milliyetçilerinde tepkiye yol açtı. Çağdaşlaşma yolunda adımlar atılıyordu ama millî tarih, maneviyat, mukaddesat ihmal ediliyordu. Bu ihmale karşı doğan tepki, Türk milliyetçilerini, "milliyet, maneviyat, mukaddesat" kavramlarını savunmaya yöneltti. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için iki kavramı kısaca açıklamalıyım. O yıllarda "maneviyat" ve "mukaddesat" kavramları sadece dinî değerleri ifade etmiyordu; "millî ve dinî değerler" için kullanılıyordu. Hattâ sık sık "millî mukaddesat" da deniliyordu. 1970'lerden sonra bu kelimelerin içindeki "millî muhteva" boşaltıldı. Hümanizmi öne çıkararak Türklüğü ve diğer manevî değerleri ihmal eden hükümet politikalarına, millî ve dinî değerlere karşı olan Sosyalizm de eklenmişti. Ortanın solundan Komünizm’e kadar çeşitli dalga boylarına sahip olan bu akım aydınlar ve gençler arasında çok etkili oluyordu. Türk milliyetçilerinin çağdaşlığı ihmal etmelerine yol açan işte bu durumdur. Onlar, ihmal edildiğini ve hattâ saldırıya uğradığını gördükleri değerleri savunmaya giriştiler; "hedef"i unuttular.
Evet, "hedef"i unuttular. Mefkûre / ülkü, Türklüğü yükseltmek değil miydi? Peki Türklük nasıl yükselecekti? Elbette çağdaş olarak. Aslında Türkler bu durumu bir kere daha yaşamışlardı. 10. yüz yılda. O zaman "çağdaş medeniyeti" İslâm Dünyası temsil ediyordu. Türkler, İslâmlığı, yani dönemlerinin çağdaş medeniyetini seçerek büyük Selçuklu ve büyük Osmanlı asırlarına ulaştılar. Fatih'in de, 2. Mahmud'un da, Atatürk'ün de yaptığı aynı şeydi. Ancak onlarda din değiştirme yok, dönemlerinin çağdaş medeniyetinin gereklerini yerine getirme vardı.
1960'larda Alparslan Türkeş, Türk milliyetçilerinin yeni önderi olarak durumu kavradı. "Milliyetçilik, ahlâkçılık" kavramları yanına "ilimcilik, gelişmecilik, endüstricilik, teknikçilik" kavramlarını koyarak hedefi gösterdi. Zamanın "toplumculuk, köycülük" gibi talepleri de vardı. Onlar da "Dokuz Işık"a eklenip bir bakıma, Meşrutiyet Türkçülerinin yoluna girilmiş oldu. Ancak "milliyetçi hareket" de 1970'ler sonuna doğru, çağdaşlıkla ilgili kavramlar içermeyen "Türk-İslâm Ülküsü”, "Kanımız aksa da zafer İslâm'ın", "Tanrıdağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslüman" gibi sloganlarla hedeften uzaklaşır gibi oldu.
2002'de ortaya çıkarılıp durmadan tekrar edilen "Türk, Kürt, Lâz, Çerkez, Boşnak…" gibi parçalayıcı söylemler; Atatürk, cumhuriyet ve lâiklik karşıtı söylem ve eylemler, Türk aydınlarının ve Türk milliyetçilerinin bir bölümünü uyandırdı. Uyananlar millî / ulusalcı çizgide buluştular. Uyanmayanlar, önce küreselciliği ve açılımcılığı dilinden düşürmeyen, sonra cumhuriyet ve lâiklik karşıtı eylem ve söylemleri öne çıkaran birilerinin peşine düştüler. Şimdi hep birlikte "yerli ve millî" diye takılıyorlar.
Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun