“Bu memleket tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılına girerken ülkemiz ve milletimiz önemli sorunlarla karşı karşıya. Daha önceki yazılarımızda da sıkça belirttiğimiz gibi, uzun süren bir savaş dönemi sonunda tarihe karışan Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda nüfusumuz, büyük çoğunluğunun ana dili Türkçe olan 12-13 milyon insandan oluşmaktaydı. Tarihî tecrübemizi çok iyi bilen ve tahlil eden Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verilen Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması sayesinde, elde kalan vatan topraklarında Müslüman Türk çoğunluğuna dayalı bir millî devletin temelleri atılmıştı. Osmanlı Devleti, uzunca bir süre, tebaası olan farklı unsurları bir arada tutmaya çalışmış; ancak süreç içerisinde hem Müslüman olmayan hem de bazı Türk olmayan Müslüman unsurlar, hariçten sağladıkları ve umdukları desteklerin de etkisiyle ayrılıkçılık hareketlerini tırmandırmıştı. Millî Mücadele ve sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması ile yakın tarihin tecrübesinin etkisi altında, yeni Türk Devleti’nin Müslümanlık ve Türklük temelinde bir “ulus devlet” olarak tarih sahnesinde yerini alması kesinleşmişti. 1 Kasım 1922’de saltanat ve hilafetin ayrılarak saltanatın ilga edilmesi, 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent oluşu ve nihayet 29 Ekim 1923’te yeni devlet şeklinin adının resmen konulması, bu sürecin önemli dönüm noktaları oldu.
Mustafa Kemal Paşa’nın saltanatın kaldırılması üzerine yaptığı (1 Kasım 1922) konuşmada, Türklük âlemi hakkında sarf ettiği şu sözleri, onun nasıl bir millet tasavvuruna ve tarih şuuruna sahip bulunduğunun açık ifadesi idi:
“Efendiler! Bu dünya-yı beşeriyette [insanlık âleminde] asgari yüz milyonu mütecaviz nüfustan mürekkep bir Türk millet-i azîmesi [büyük bir Türk milleti] vardır ve bu milletin saha-i arzdaki vüsati [yeryüzündeki genişliği] nisbetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır. (…) Türkler on beş asır evvel Asya‘nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyatına tecelligâh olmuş [yeteneklerinin tecelli ettiği] birer unsurdur. Sefirlerini Çin‘e gönderen ve Bizans‘ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi.”
TBMM Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın 20 Mart 1923’te, henüz Cumhuriyet’in ilanından önce Konya Türk Ocağındaki sohbette söylediği şu sözler, onun Cumhuriyet’in temelini teşkil edecek olan milliyet ve milliyetçilik konusundaki kanaatlerini yansıtmaktadır[1]:
“Türk ocakları milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül [ilgisizlik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkûresini inhilâle sâi olan [millet ülküsünün çözülmesini sağlamaya çalışan] nazariyatın dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi [uygulama yeteneği] bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vukuat, hâdisat ve müşahedat [olaylar ve gözlemler] hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta [çapta] fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Bahusus [özellikle] bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin [milliyetinden habersiz oluşunun] çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki akvam-ı muhtelife [çeşitli kavimler] hep millî akidelere [inançlara] sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden, koğulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlîl ettiler[aşağıladılar]. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef‘al [eylemler] ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır[avıdır].”
Bu uzun alıntıda Gazi’nin millet gerçeği ve milliyet duygusunun dönemin tarihi bağlamında taşıdığı kritik önemi son derecede açık bir şekilde vurguladığı görülür. Milliyet karşıtı teorilerin uygulama alanı olmadığı, tarihin bir milletler mücadelesi olduğu, milliyet ilkesi aleyhindeki bütün çabalara karşın milliyet duygusunun öldürülemediği, özellikle de Türk milletinin milliyet duygusunu fazla dikkate almamanın cezasını fazlasıyla çektiği, Osmanlı içindeki çeşitli milletler kendi millî ideolojilerine sıkıca sarılırken Türklerin kim olduklarını ancak onların içinden kovulunca anladıklarını ifade eden Gazi, hiç şüphesiz kendi doğduğu toprakların kaybından doğan acı sonuçları da dile getirmiş oluyordu.
Cumhuriyet’in ilanı için verilen kanun teklifini Yunus Nadi şu sözlerle takdim etmişti:
“Milletimizi refahiyet ve saadete îsal [refah ve mutluluğa ulaştıran]ve istiklâl-i tammeye [tam bağımsızlığa] mazhar eden Mücahede-i Hüdapesendanede [Tanrının beğenisine mazhar olan savaşta] hâkimiyet-i milliye esası suret-i katiyede [kesin biçimde] kabul edilmiş ve daima buna riayet edilegelmişti. Bu usulün Türk Millet-i necibesine ne azîm muvaffakiyet temin ettiği aşikârdır [asil Türk milletine ne büyük bir başarı sağladığı açıktır].”[2]
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu zaten Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda belirlenmiş olduğundan yapılan işin bunun adının konması olduğu belirtiliyordu:
“«Hâkimiyet; bilâ kayd ü şart Milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.» Madde bu idi; zaten bunun zımnında mündemiç bulunan şu fıkrayı ilâve etmiş bulunuyoruz: «Türkiye Devletinin şekl-i hükûmeti, Cumhuriyettir.»
Böylece hükûmet biçiminin Cumhuriyet oluşuna dair değişiklikler Meclis’te görüşülerek kabul edilmiştir. Burada, zaten millî egemenlik ilkesinin benimsenmesinden itibaren örtük bir şekilde cumhuriyet rejimine geçildiği belirtilirken bu usulün asil Türk milletinin büyük başarılar elde etmesinin yolunu açacağı da vurgulanmıştır. Gerek saltanat kaldırılırken gerekse Cumhuriyet’in ilanında “Türk milleti” kavramına yapılan ısrarlı vurgular, Osmanlı Devleti’nin son bulmasından sonra kurulan Yeni Türkiye Devleti’nin, Türk kimliğine dayanacağının açık ifadesidir.
TBMM’nin anayasa değişikliği ile hükûmet şeklini Cumhuriyet olarak kabul edip Mustafa Kemal Paşa’yı Cumhurbaşkanı seçmesinden sonra yaptığı konuşmada Gazi, Türk milletinin sahip olduğu yaratılıştan gelen vasıflarını, yeni hükûmet biçimiyle uygar dünyaya göstereceğini ifade etmiştir:
"Efendiler, asırlardan beri şarkta mağdur ve mazlum olan milletimiz; Türk milleti, hakikatte meftur [yaratılıştan sahip] olduğu hasailden muarra [hasletlerden yoksun] telâkki ediliyordu. (…) Milletimiz haiz olduğu evsaf ve liyakatini hükümetinin yeni ismiyle, cihan-ı medeniyete [uygarlık dünyasına] daha çok sühuletle izhara [kolaylıkla göstermeye] muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği mevkie lâyık olduğunu âsariyle [eserleriyle] ispat edecektir.(…) Milletin teveccühünü daima nokta-i istinat (dayanak noktası) telâkki ederek hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır."[3]
Cumhuriyet’in millî devlet vasfı ve milliyetçilik ilkesi, entelektüel fanteziler veya siyasi ihtiraslar tarafından değil tarihî tecrübe ve çağdaş ihtiyaçlar gereğince belirlenmiştir. Bunların temelinde yatan millet anlayışı da aynı şekilde ortak geçmiş, ortak kültür ve ortak ülkü esaslarına dayanıyordu. Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp, Cumhuriyet’imizin henüz kurulduğu dönemde yazdığı Türkçülüğün Esasları adlı kitabında “millet” kavramını çeşitli bakış açılarından tartıştıktan sonra şu hükme varır:
“Irkî, kavmî, coğrafî, siyasî, iradî kuvvetlere tefevvuk ve tahakküm edebilecek [onlardan daha üstün ve baskın] başka ne gibi bir rabıtamız[bağımız] var? İçtimaiyat ilmi [sosyoloji] ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta yâni duygularda iştiraktir. (...) Millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili dilime uyan, dini dinime uyan’ diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır.”[4]
Mustafa Kemal Atatürk'ün millet anlayışı ise şudur: “ Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan; Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakata samimî olan; Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir.”[5]
Kısaca ifade etmek gerekirse millet, tarih içinde yoğrulan ve ortak tarih, inanç, kültür ve dile dayalı sosyo-kültürel bir yapıyı ifade eder. Bu varlığın oluşumunda hangi unsurların ve ne derecede etkili olduğunu tarihî arka plan, bulunulan coğrafyanın stratejik konumu, uluslararası konjonktür vb. etkenler belirler. Gerek millet gerekse bir millete dayanılarak kurulan millî devlet kavramlarını katı kalıplar çerçevesinde değerlendirmekten ziyade değişen tarihî tecrübelere göre geniş bir yelpazede ele almak makul bir yaklaşımdır.
***
Aradan geçen yüz yılda hiç şüphesiz bilimden teknolojiye, ekonomiden kültür alanlarına kadar pek çok değişme ve gelişme oldu. 1924 Anayasası’ndan sonra iki darbe döneminin ürünü olan iki çok farklı anayasaya sahip olduk (1961 ve 1982 anayasaları). Bunlar da süreç içerisinde değişikliklere uğradı ve en son olarak 2017’deki Anayasa değişikliği referandumu ile hükûmet sistemi değişerek yürütme yetkisini tek başına Cumhurbaşkanı’na veren yeni bir sisteme geçildi. Bu değişikliğin hemen akabinde şunları yazmıştık:
“Asıl önemli konu daha önce de ifade ettiğimiz gibi Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarıdır. Bu değişikliğin en sakıncalı yanı, (…) kuvvetler ayrılığının zayıflatılması hatta bazılarına göre ortadan kalkması şeklinde tezahür edebilecek hükümlerdir. (…) Bu sakıncaları gidermenin yolu da uyum yasalarıyla millî iradeyi mümkün mertebe en yüksek seviyede yansıtacak yasal düzenlemeler yapmaktır. (…). Yargının bağımsız ve tarafsız olması açısından da birtakım tedbirler düşünülmelidir.(…)
Önümüzdeki süreçte Türk siyasetinde, çok şümullü bir yeniden şekillenme yaşanacaktır. (…) Bundan sonra partilerin tek başına iktidara gelmesi değil, bir başkanın seçilmesi söz konusu olacaktır. (…) ileride şartların değişmesiyle ilk turda birinci partinin alacağı oyun yüzde 40’ın altına düşmesi beklenebilir. Bu durumda Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ittifaklar gündeme gelecektir.”
Maalesef aradan geçen sürede iki kez genel geçim yapılmasına rağmen Siyasi Partiler Kanunu’nda değişiklik yapılmadığı gibi seçim Kanunu’nda sadece ittifak sistemi ile ilgili değişikliklerle yetinildi. Son seçimden sonra Sayın Cumhurbaşkanı anayasa değişikliğini gündeme getirdi. Esasen bu konu daha önce de birçok kez gündeme gelmiş, taslaklar hazırlanmış, çalıştaylar yapılmıştır. 12 Eylül Darbesi’nin yıl dönümünde, Ulucanlar Cezaevi Müzesi'nde düzenlenen "1982 Yerine 2023 Anayasası Sempozyumu"nda konuyu yeniden gündeme getiren Erdoğan, yeni anayasa metninin sihirli bir değnek gibi ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik yapısını bir anda değiştirip Türkiye’yi bir masal diyarı hâline getirmeyeceğini belirterek şunları eklemiştir:
"Ancak milletin ortak değerlerini, ülkenin ortak geleceğini, devletin bekasını, insanların doğuştan gelen hak ve özgürlüklerini, siyasi aktörlerin uzlaşmasını velhasıl tüm bunları şüpheye yer bırakmayan bir meşruiyet zemininde kuşatan yeni anayasanın Türkiye'ye çok şey katacağı açıktır.”
Bu açıklamada yer alan “İnsanı önceleyen, milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan, toplumun gerisinde kalan değil, topluma dinamizm katan bir anayasa hedefliyoruz.” sözleri tartışmaya yol açtı. Zira Türk toplumunun geniş bir kesiminde Türkiye’nin özellikle sığınmacı ve göçmen politikasının yol açtığı veya açacağı sonuçlar hakkında ciddi endişeler var. Özellikle yabancılara konut karşılığı yurttaşlık verilmesi, Suriyeli sığınmacıların bir kısmının vatandaşlığa geçirilmesi, kalanların ülkede kalıcı hâle getirilmesi vb.nin; Türkiye’nin nüfus, sosyal ve kültür yapısının ciddi boyutlarda değişmesine yol açacağı ve neticede siyasi açıdan millî devlet vasfına ve üniter yapısına halel getireceği konusundaki kaygıları arttırmaktadır.
Bugün Türkiye, BM raporlarına göre dünyada en fazla sığınmacı ve göçmenin bulunduğu ülkedir. Resmî rakamlara göre kayıtlı sığınmacı ve göçmen sayısı 6 milyon civarında. Bir takım iddialara ve toplumdaki genel kanaate göre bu, 10 milyonun üzerinde. Resmî rakamlara göre yorum yapsak dahi 5-6 milyonluk bir nüfusun 10 yıl içinde Türkiye nüfusuna dâhil olması çok çok ciddi bir meseledir. Bu nüfusun içinde IŞİD, PKK başta olmak üzere terör örgütleriyle irtibatlı veya bir zamanlar Afgan ordusunda görev yapmış unsurların bulunması başlı başına bir sorundur. Türk asıllı küçük bir kesim dışında büyük çoğunluğun çok farklı hayat ve kültür anlayışına sahip olduğu ve dolayısıyla “gettolaştığı” bu çaptaki bir nüfusun bütünleşip uyum sağlaması imkânsızdır. Kaldı ki, kendi dili ve kültürüyle mevcut sosyal yapımıza âdeta iliştirilen birbirinden farklı (Suriyeli, Afgan, Afrikalı vb.) unsurların sosyal sorunlara yol açması da kaçınılmazdır. Milyonlarla gelen sığınmacı ve göçmenlerin aynı menşelerden ülkemize eğitim amacıyla veya turistik seyahat için gelen insanlara yönelik olumsuz tutum ve davranışlara sebebiyet vermesi de ayrıca önemle üzerinde durulması gereken bir husustur. Meselenin insani boyutu öne sürülerek Türk toplumundaki -bir kısmı abartılı ve yanlış olsa da esas itibarıyla haklı bir zemine dayanan- tepkilerin suçluluk psikolojisiyle bastırılmaya çalışılması da millî refleksin zayıflamasına yol açabilecektir. İyi niyetli kesimlerin dışında, AB veya diğer Batılı kaynaklardan fonlanan sözde STK’lerin ve medya unsurlarının Türk milletine yönelik psikolojik algı operasyonları da bu bakımdan ilgili ve yetkililer tarafından etraflıca değerlendirilmelidir. Bu mesele, hem ipe un sererek işi savsaklamadan hem de insanları aşağılamadan ve hor görmeden bir an önce bir hâl yoluna konulmalıdır.
Bu konuyu değişik yazılarımızda ele aldık, burada değinmemizin sebebi ise gerekli önlemler alınmadığı takdirde, Cumhuriyet’imizin ikinci yüz yılına girerken millet yapımız, milliyet anlayışımız ve devlet sistemimiz üzerinde doğuracağı sonuçlardır. Gerçekten de bugün Türkiye’de yeni anayasa arayışları çerçevesinde düşünülmesi gereken hususların başında ülkenin sindirme kapasitesinin çok çok üzerindeki bir sığınmacı ve göçmen istilasına maruz kalmış olması gelmektedir. Bu konuya dair, özellikle son 5-6 yıldır birkaç yazı yazdığım gibi konuşma ve sosyal medya paylaşımlarımda da sıkça ikazda bulundum. Kendi söylediklerimi tekrar etmek yerine Prof. Dr. Ahmet Kasım Han’ın benim de büyük ölçüde paylaştığım şu satırlarını dikkatinize sunuyorum:
“Bir ülkede kaçak, koruma altında, göçmen vs. statüde yaşayan nüfus, toplam ülke insanı adedinin %6’sına ulaşmışsa, bütünüyle şuursuz veya devlet denilen yapının doğasından bihaber değilseniz, kaygılanmanız gerekir. Ümmet romantizmi içerisinde meseleyi geçiştiriyorsanız bu durumda da ya ideolojik körlük içerisindesinizdir ya da bu ülkenin geleceğine ilişkin başka bir dizaynınız vardır. Veya bu sorunu, bekaya matuf acil güvenlik sorunlarını bir surette çözmenin arzu edilmeyen, ancak yönetilebilir, bir yan neticesi addediyorsanız bu durumda da hem maliyet algınız hem de stratejik aklınız isabetli çalışmıyor demektir. Öte yandan meselenin yalnızca polisiye tedbirlerle, höt zötle, zorla çözülebileceğini düşünüyorsanız da vicdanınız, vizyonunuz, bilginiz veya bunların hepsi birden eksiktir. Bunlardan endişelenmek için ülkede yaşayan yabancıların sayısının, birilerinin muhtemelen siyasi amaçla abarttığı gibi, 13-17 milyon olması gerekmez.”(vurgular A.K. Han’a ait).[6]
SONUÇ