Ülkemiz ve çevremizde meydana gelen hadiseler, haklı olarak gündemimizi o kadar işgal ediyor ki, bırakalım dünyayı, kardeşlerimizin yaşadığı Türkistan coğrafyasında ne olup bittiğini bile takip edemez hâle geldik. 2014’te işgal edilen, bilahare Rusya’ya bağlanan Kırım’dan her gün gözaltılar, kayıplar ve işkencelere dair haberler geliyor. Irak’ta yapılan seçimlerde Barzani taraftarlarının Kerkük’te elektronik sayım yoluyla yaptığı hilelere günlerdir tepki gösteren Türkmenlerin feryadı, buralarda pek dikkati çekmiyor. Balkanlarda Türklüğe karşı alttan alta yürütülen faaliyetlerden de pek haberimiz olmuyor.
Geçtiğimiz günlerde ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması akabinde burada elçiliğini açması üzerine, Kudüs’te ve bütün olarak Filistin’de haklı olarak tepkiler yükseldi. Siyonist İsrail hükûmeti, gösterilere karşı orantısızlık kelimesiyle bile ifade edilemeyecek vahşi bir katliamla cevap verdi. Bu vahşete ve Kudüs’ün statüsünün bu şekilde değiştirilmek istenmesine karşı, milletimizin büyük çoğunluğu haklı olarak tepkisini ortaya koydu. İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği gibi yapıların toplantılarından şiddetli kınamanın dışında, bir takım yaptırımlara ilişkin tavsiye kararları çıktı. Mamafih, bunların uygulanacağına dair fazlaca bir beklenti olmadığı da açıktır. Çünkü mesele, İslam dünyasının sadece birlikten yoksun oluşu değil aynı zamanda iktisadi ve askerî açılardan caydırıcı bir güç olamayışıdır. Petrol konusu akla gelebilirse de siyasi bağımsızlığını büyük ölçüde yitirmiş bazı “devlet”lerle Irak ve Libya gibi iç savaş ve parçalanma girişimlerine maruz bırakılan ülkelerin tecrübeleri, artık Arapların elinde petrolün de bir koz olamadığını gösteriyor.
Türkiye’de basının büyük kısmının Orta Doğu’da meydana gösterdiği ilgiye karşılık Doğu Türkistan gibi yerlerde yaşananları âdeta görmezden gelmesi, milliyetçi çevrelerde haklı olarak tepkiyle karşılanıyor. Burada şunu belirtmekte fayda görüyorum: Türk mazluma, zulme uğrayana sırtını dönmez, dönemez. Kerkük’ü, Kırım’ı, Doğu Türkistan’ı görmeyenlere kızıp Gazze’ye, Kudüs’e veya Arakan’a kayıtsız kalmak, Türk milletinin tarihî duruşuna ve ülküsüne aykırıdır. Biz, millet olarak da Türk milliyetçileri olarak da bunun gibi konularda başkalarına bakmamalı; kendimize yakışanı yapmaya devam etmeliyiz.
Doğu Türkistan’da Neler Oluyor?
Çin hükûmeti, yıllardır Doğu Türkistan’da bir soykırım politikası yürütmektedir. Her yıl bilhassa Ramazan ayında ve Kurban Bayramı’nda Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmesinin nasıl engellendiği malumdur. Son dönemde işin boyutları daha da vahim bir hâl almaktadır. Sözde özerk bir bölge (Sincan Uygur Özerk Bölgesi=SUÖB) olan Doğu Türkistan’da tam bir baskı ve zulüm rejimi yürürlüktedir.
Bu yazıda, Uygur Araştırma Enstitüsünün 5 numaralı (İngilizce) raporu ile Aninews adlı bir sitede yayımlanan bu habere dayanarak konuyu değerlendireceğiz. Uygur Araştırma Enstitüsünün raporunda şu konular ele alınmış: ifade özgürlüğü, dinî faaliyetler üzerindeki kısıtlamalar, “iki dilli eğitim” politikası, terörizm karşıtı yasa ile aşırılığa karşı düzenlemelerin etkileri, yurt dışındaki Uygur öğrencilerin geri çağrılması, Doğu Türkistan’daki (SUÖB) yeniden eğitim merkezleri, seyahat kısıtlamaları, kitlesel DNA toplama, angarya, Uygur kızlarının Çin’e nakledilmesi, etnik ve lengüistik eritme (asimilasyon) siyaseti, öğrencilerin ve aydınların hapsedilmeleri, sağlık, nükleer denemeler.
Bunların hepsini burada ayrıntılı olarak anlatmak mümkün olmadığından bazı konulara dikkat çekeceğiz. Rapora göre, ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar, Çin’in diğer kesimlerine nazaran Doğu Türkistan’da çok daha sert bir şekilde uygulanmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda, yazar ve blog sahipleri de dâhil, pek çok Uygur aydını gözaltına alınıp tutuklandı. Alegorik kısa öyküsü “Vahşi Güvercin” ile tanınan ve bu öykü yüzünden tutuklanan Nurmuhemmet Yasin, muhtemelen hapishanede hayatını kaybetti. Uygur-Han (Çin) ilişkileri üzerinde araştırmaları olan iktisatçı Prof. Dr. İlham Tohti, etnik uyum ve anlayış çağrıları yapmasına rağmen “ayrılıkçılık” suçlamasıyla 2014’te mahkûm edilerek müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bunların dışında sayısız benzer örnekler var. Tohti’nin öğrencilerinden bir kısmı da tutuklanmıştır. Yine meşhur sanatçı Abdürehim Heyit de 2017’de, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin tutuklandı.
Çin hükûmeti, yıllardır Doğu Türkistan ve Tibet’te “çifte-bağlantılı hane” sistemini uyguluyor. Haneler birbirlerini gözetlemek ve “güvenlik konuları” hakkında görevlilere rapor vermek üzere 10’lu gruplara bölünüyor. Merkezî ve mahallî görevliler, iletişim araçları üzerinde çok sıkı kısıtlamalar koydular. Cep telefonlarının kullanımını dahi sıkılaştırdılar ve hükûmetin, eylemlerini “yasadışı dinî içerik” açısından izleyebilmesi için ikamet sahiplerine casus yazılımı yüklemeleri emredilmiştir.
Dinî kısıtlamalar hakkında rapordaki şu hususlara dikkat çekmekle yetineceğiz:
“Müslüman ailelerin çocuklarının dinî faaliyetlere katılmasını engelleyen yeni düzenlemeler yapıldı. Başörtüsü ve sakal dâhil İslami kılık kıyafeti yasaklayan düzenlemeler var ve Çinli otoritelerin aşırıcı olarak gördüğü düzinelerce ismin çocuklara verilmesi de yasaklandı. Son zamanlarda gelen haberlere göre isim yasağı, 16 yaşına kadar olan çocuklara kadar uzandı. Yine, Müslüman ailelerden evlerindeki seccade ve Kur’an gibi dinî eşya ve kitapları yetkililere teslim etmeleri emredildi. Çin hükûmetinin 2016’da başlattığı ‘Cami Onarımı’ kampanyası çerçevesinde Kâşgar’daki camilerin yüzde 70’i yıkıldı.
Pek çok aydın ve iş adamı, dinî inançları ve dinî vecibelerini yerine getirmeleri yüzünden ortadan kayboldu veya tutuklandı. Hakkında bilgi alınamayan tanınmış dinî lider ve akademisyen Muhammed Salih Hajim ortadan kaybolmuş veya tutuklanmış olabilir. Din adamlarının, gözaltındayken esrarengiz bir şekilde ölen Kazak kökenli imam Akmet’in cenazesine katılmak yasaklanmış; cenaze töreni sonrasında 100’den fazla kişi pankart taşıdıkları için tutuklanmıştır.”
Raporda dikkat çekilen konulardan biri de “iki dilli eğitim” adı altında, Uygur Türkçesinin yerine giderek artan bir şekilde Mandarin Çincesinin ikame edilmesidir. Mesela Hotan’da, ilk ve orta öğretimde iki dilli eğitimi güçlendirmek için Uygur Türkçesinde eğitim yasaklanabilmiştir. Böylece Uygur Türklerinin, kendi kültürel kimliğini koruma hakkı ihlal ediliyor ve Han kültürü tarafından eritilmeleri kolaylaştırılıyor.
Çin hükûmeti, son yıllarda “terörizmle mücadele” adı altında, birtakım terörist faaliyetleri bahane ederek Uygur Türkleri üzerindeki baskısını arttırmıştır. Terörizmle suçlanan kişiler hakkında somut deliller olmamasına rağmen tutuklama ve mahkûmiyetler gerçekleşiyor. Aşırılıkla ve terörizmle mücadele adı altında getirilen düzenlemelere bakıldığında, Doğu Türkistan’da Müslümanların temel haklarının dahi aşırılık olarak damgalandığını görmekteyiz. Mesela, rapora göre, gıda maddeleri vb.nin üzerine helal işareti koymak, “aşırılık” olarak muamele görüyor. Bu kurallar ve kapsamlı bir gözetleme sistemi (kameralar, kontrol noktaları vb.) Doğu Türkistan’da aşırı şekilde uygulanmaktadır.
2017’de Mısır’dakiler dâhil yurt dışındaki Uygur Türkü öğrencilerin ülkeye dönmeleri emredildi. Dönmeyenleri zorlamak için aileleri göz altına alındı. Mısır’da, dönmek istemeyen yüzden fazla öğrenci tutuklandı ve bunların yirmi beş kadarı Çin’e gönderilip hapse mahkûm edildi. 2015’te, Kahire’de iki yıl öğrencilik yaptıktan sonra Çin’e dönen Buzaynep Abdureşit, 2017’de aniden tutuklanıp gizli bir yargılama sonucunda 7 yıl hapse mahkûm edildi. El-Ezher mezunu Habibullah Tohti, Çin eğitim sistemi içinde bir iş aramaya çalıştıktan sonra 10 yıl hapse mahkûm edildi.
Bugün Doğu Türkistan’daki en acil ve önemli konu ise Çinli yetkililerin inkâr ettiği “yeniden eğitim” kamplarıdır. Yaklaşık 800.000 (Uygur kaynaklarına göre 1 milyon) kişi, bu kamplarda eğitiliyor. Öyle ki bazı kamplar çok kalabalık olduğu için insanlar kamptan kampa naklediliyor. Yurt dışından gelen öğrenciler, buralara gönderiliyor. İnsanlar, sakal bıraktığı, evinde Kur’an bulunduğu için bu kamplara gönderiliyor. The Guardian’da yayımlanan bir makalede, 50 Uygur kadınının Pakistanlı erkeklerle evlendikleri için yeniden eğitim kamplarına alındığı bildiriliyor. Bu kamplarda, çeşitli işkence yöntemleriyle insanların akıl sağlıklarını kaybetmelerine kadar varan sonuçlar ortaya çıkıyor.
Aynı konunun bazı veçheleriyle ve özellikle yeniden eğitim kampları konusunda “Aninews” adlı bir haber ajansının, Hong Kong mahreçli ve 22 Mayıs 2018 tarihli “Çin’in İslam’a karşı Savaşı” başlıklı haberinde, yörede binlerce Müslümanın, mahkemeye çıkarılmaksızın gözaltı merkezlerinde ve yeniden eğitim kamplarında hapsedildikleri yazılmıştır. Habere göre, tam sayı bilinmemekle birlikte İnsan Hakları İzleme Örgütüne göre 800.000 Müslüman tutuklu bulunmaktadır. Buna mukabil, yukarıda da işaret edildiği gibi, sürgündeki Uygur Türkleri, rakamın 1 milyon olduğunu ve hemen hemen bütün Müslüman ailelerin bu keyfî tutuklamalardan etkilendiğini söylemektedirler. Anne ve babası tutuklanan çocuklar, genellikle memleketlerinden uzak yerlerdeki çok kalabalık yetimhanelere gönderiliyorlar. Haberdeki şu bilgiler çok dikkat çekicidir:
Çin hükûmeti yetkilileri, böyle yeniden eğitim kamplarından haberlerinin olmadığı ileri sürüyorlar ama sahadan gelen bilgiler bunun aksini açıkça ortaya koymaktadır.
Avrupa Kültür ve İlahiyat Okulundan Adrian Zenz, Çin’in bu hadisedeki felsefi bakışını şöyle ifade etmiştir: “Müslüman halklar, alışkanlık yapıcı etkileriyle onları zehirleyen ideolojileri def etmek için, yeniden eğitim “muamele”sine tabi tutulmalıdırlar. Bu bir tedavi olduğundan yeniden eğitimin zararlı tesirleri yoktur. Dolayısıyla, suçluları cezalandırmanın aksine bu durumda tutuklular yasal işlem ve uygulamalara tabi olmak durumunda değildir.
Üç tür kamp uygulaması var: eğitim öğretim merkezleri, yasal sistem okulları ve ıslah merkezleri. İlkinde Mandarin dilini bilmemekten başka suçu bulunmayan, okuryazar olmayan çiftçiler; ikincide evinde ya da telefonunda dinî veya “ayrılıkçı” içerik bulunanlar, üçüncü ve en kötü muameleye tabi grupta ise ülke dışında din eğitimi alanlarla bir şekilde yabancılarla bağ kuranlar var. Gözaltı süresi 15 gün, iki veya üç ay olarak ön görülmüşse de çoğu kimse daha uzun sürelerle hatta bir yılı aşkın bir süre gözaltında kalabiliyor. Bazı kişiler, gündüz ve akşam zorunlu derslere devam edip geceleri evlerine gidiyor. Bir kısmı, kötü sağlık şartlarında ve çok kalabalık mekânlarda tutuklu kalıyor. Mahpuslar, Çin sosyalizmini yücelten bir müfredat çerçevesinde Mandarin dilini ve millî marşı öğreniyorlar. Bu kişiler, İslam’ı reddetmeye, kendilerini ve sevdiklerini durmaksızın eleştirmeye ve partiyi yüksek sesle övmeye zorlanıyorlar. Her tarafa, hatta banyolara dahi kameralar konularak her şey gözetleniyor.
İtaatsizlik; saatlerce ayakta durmak, tecrit edilmek ve yemek verilmemek şeklinde cezalandırılıyor. Demirden elbise giydirmek, kafalarını buzlu suya sokmak vb. şeklinde dayak ve işkenceye maruz bırakılanlar; çıldıranlar ve intihara teşebbüs edenler var. Programa uygun hareket edenler, güvenilir bulunduklarında serbest bırakılıyor.
Mao’nun “Kültür Devrimi”ne (1966-76) korkunç bir dönüş olan bu kampanya, “İslami aşırılıkçı akım”ın Müslüman sorununa Pekin’in “nihai çözüm”üdür. Tuhaftır ki bu çözüm; sosyalist aşırılığın, insan haklarını çiğneyen, kişilerin dinî ve siyasi inançlarını zorla değiştiren ve işkenceyi teşvik eden başka bir istikametteki apaçık örneğidir.
Bu kampanyanın mimarı, daha önce Tibet’te de sert bir politika izleyen Chen Quanguo’dur. 2016’da SUÖB Parti Sekreterliğine getirilen Chen, gözetleme kameraları, yüz tanıma ve DNA veri tabanları ve biyometrik gibi son teknolojileri kullanarak eyaleti âdeta yeryüzündeki en “Orwellci” yer hâline getirdi.
Çinli yetkililer, kasıtlı olarak Müslümanların ibadetlerini boğmaya çalışıyor. ChinaAid’in bildirdiğine göre Müslümanlar, helal gıda kurallarını ihlale zorlanıyor. Hükûmet, dükkân sahiplerine helal yiyeceklerle helal olmayanları karıştırmalarını emrediyor; gıdaların muhtevası hakkında soru soranlar tutuklanıyor. Dinî kılık ve kıyafet (sakal vb.) yüzünden takibata uğranmak tehlikesi var. Camiler kapatılıyor, Ramazan’da oruç tutmak yasaklanıyor, Uygur dükkân sahipleri alkollü içki satışına zorlanıyor. Hui Müslümanlarının olaysız bölgesinde bile daha önce turistik amaçlarla izin verilen İslami dekor ve işaretler kaldırılıyor, ezan yasaklanıyor, camilerin kubbeleri yıkılıyor, kitap raflarında Kur’an görünmüyor.
2017 yılı Aralık ayında başlatılan bir uygulama da iki ayda bir parti üyelerinin beş gün boyunca Müslüman (bazen Han) evlerinde kalarak ailelerin yaşantı ve fikirlerini gözlemlemeleri ve onlara millî marş söyletip komünizm propagandası yapmalarıdır. Böylece Müslümanların hayatı yalnız dışarıda değil evlerinde bile gözetlenmektedir.
Bütün bunlar, temel hakların alenen çiğnenmesi, mahremiyetin ayaklar altına alınmasıdır. Bu gerçekler karşısında genelde İslam dünyasının, özelde de Türkiye’nin yeterli tepkiyi verdiği söylenebilir mi? Yoksa Doğu Türkistan Türklüğü, gözden ırak olduğu gibi gönülden de mi ırak? Zaman zaman bazı yazarlar ve edebiyatçılar tarafından konunun dile getirilmesi, sonra da unutulması bizi nereye götürecek? Evet, Çin büyük bir devlet ve ekonomik anlamda dünyanın bir numaralı gücü olmaya aday. Peki, dünyanın hâlihazırda bir numaralı gücü olan ABD’ye kızdığımız zaman esip gürlüyor; kapitalizme, emperyalizme lanetler yağdırıyoruz da sıra Çin’e gelince bazılarımız neden suspus oluyor? Ne gariptir ki, bazı milliyetçilerimiz dahi, Uygur Türklerinin ABD, Almanya vb. devletler tarafından Çin’e karşı “kullanıldığı” gibi yargılarla, yapılan baskı ve zulme karşı kör ve sağır kalabiliyorlar. Böylece, Türk ve İslam tarihine damgasını vuran, Kâşgarlı Mahmudların, Yusuf Has Haciblerin ülkesinin nihayetinde Türksüzleştirilmesi ve dolayısıyla Müslümansızlaştırılması başarıyla(!) devam ettiriliyor.
Devletimiz elbette “gerçekçi politika”nın gereklerini yerine getirecek ama başka örneklerde gösterdiği tepkiyi, en azından belirli bir ölçüde niçin bu konuda göster(e)mediğimiz, bir soru işaretidir. Kardeşlerimizin uğradığı zulüm, aile mahremiyetlerine karşı yapılan aleni ve alçakça saldırılar, dinî vecibelerini yerine getirmelerinin engellenmesi, çocukların ve kızların çeşitli yollarla asimile edilmesi planlı ve zamana yayılmış bir soykırımın tezahürleri değil de nedir? Devletimizin, uygun diplomatik ve politik yöntem ve araçlar çerçevesinde bu meseleye azami önemi göstermesi elzemdir. İç gündemimizin kargaşa ve karmaşasında boğulan Türk milliyetçisi aydınların da bu meseleye daha fazla eğilmesi ve siyasi teşkilatların, gençlik örgütlerinin ve STK’lerin de işbirliği içinde, bu konuyu Türk ve dünya kamuoyunda canlı tutması şarttır.
Doğu Türkistan’dan Kırım’a, Arakan’dan Gazze’ye Türk-İslam beldelerinin huzur içinde idrak edeceği Ramazan ve Bayramlar dileğiyle…
Prof.Dr. Mehmet ÖZ