Tarihin en derin noktasından en ince tecrübeleri kazanarak gelen milletimiz gerek yaşam biçimi, gerek sosyo kültürel yapısı, gerek gelenek ve görenekleriyle kendi iç dinamiklerini korumasını bilmiştir.
Doğaya, özellikle toprak ve suya her zaman saygılı olan atalarımız kendi tedbirlerini almakta da mahir bir tutum sergilemiştir.
Tasarruf tasarruf diye kendimizi yırttığımız şu günlerde ancak benim göstermelik olarak kabul ettiğim, tasarrufun T'sini bile anımsatmayan güya önlemler için bakın atalarımız hangi basit formülleri hayata geçirmiş.
"Yemek kazanının dibini iyi sıyır ki nişanlın güzel olsun."
Çocukluğumda inan olsun ki, kazan diplerini iyice sıyırır, nişanlım güzel olacak diye sevinir dururdum.
Anladınız nişanlım hakikaten güzeldi, kırk yıllık eşitim hala çok güzel...
Boş verelim eşiti de israfı önleyecek bir başka tutuma geçelim.
Katılıyorum ama şu örnek daha çarpıcı olmalı.
Hani köylük yerde analarımız yufka, bazlama, kömbe yapardı.
Sıcak sıcak!
Kimi zaman şu ya da bu nedenle özellikle bazlama veya kömbenin kıyısından köşesinden yandığı olurdu.
Eee, yanık ekmek atılsın mı?
Çözüm kendiliğinden ve doğal.
"Yavrım yanık ebmek yi, yolun ortasından git, para bulun..."
Gaza gelir yanık ekmekleri bazen yağlı, genellikle yavan nasıl da yerdik.
Şimdi sokaklardaki, çöp kutularındaki bütün bütün ekmekleri görünce sizin gibi ben de insanlığından utanıyorum.
Oysa bizler yerde gördüğümüz en küçük ekmek kırıntısı özenle alıp öperek, kurt / kuş sebeplensin diye yüksek bir yere bırakırakan çok güzel bir nesildik.
Her neyse atalarımızdan öğrendiğimize göre ekmek nimetse su berekettir değil mi?
Su korunması gereken bir büyük kaynak.
Her daim temiz olmalı, damlası israf edilmemeli.
Peki bu konudaki doğal ve basit önlem ne idi?
"Yavrım suya işeme, boyun kısa olur..."
Yahu şöyle dal boylu, yağız, geniş omuzlu bir delikanlı veya fidan gibi, siyah / savruk saçlı, endamı ruhuna yansımış bir genç kız olmak varken sıska, armut boyunlu biri olmak ha!
Hem vallahi hem billahi çocukluğumuzun en korktuğumuz olayıydı suya işemek.
Nasıl?
Öyleyse bir örnek de genellikle pirinçten elde edilen yiyeceklerle beslenen ve bu konuda geleneklerine bağlı 1,4 milyar nüfusa sahip Çin'den.
Bir lokantada yemek yiyen yabancı bir heyetin Çinli yurttaşın tabakta kalan pirinç tanesiyle savaşı dikkatini çekince Çinliye sorarlar.
"Neden tabakla savaşıyorsun? Sonuçta tabakta kalan bir adet pirinç tanesi."
Çinli savaşa devam ederek cevap verir.
"Nüfusumuz 1.4 milyar. Her Çinli her öğün bir tabakta bir adet pirinç tanesi bıraksa 1.4 milyar adet pirinç yapar. Günde iki öğün yemek yenildiği varsayarsak günlük pirinç israfı 2.8 milyar adet eder. Bu otuz günde 84 milyar pirinç tanesi demektir ki, büyük israf. Buna hakkımız yok, çünkü Çin israfa tahammül edecek kadar zengin değil..."
Okuyunca ben de mıh gibi çakıldım kaldım.
Aklıma saray(lar) geldi. Aklıma saray(lar)ın bir günlük harcaması geldi.
Ben de sizin gibi "itibardan tasarruf olmaz" demek istedim ama Bozoklar kılıç, Üçoklar kalkanla öcünü alır korkusuyla kıçım üstüne oturdum, kaldım.
Ahmet emmi gibi benim de aklım karıştı.
Sonra batasıca aklıma halk olduğum geldi.
Aman kimse duymasın, sonra kodesi boylarım diye perdeleri sıkı sıkı kapatıp, kendimin bile duyamayacağı sesle çağırmaya başladım.
"Neredeeen nereye
Oy nereden nereye..."
Derken Dedem Korkut olmadığını çok iyi bildiğim biri Dedem Korkut kılığında seslendi.
Sus!
"İtibar varsa tasarruf yok,
Boş seslere karnım tok,
Çok konuşma İPEKLİ
Sen de yersin zehirli ok..."
Hani ne diyordu yıllar önce atalarımızdan biri olan rahmetli Veli abıca tosbağayı görünce, "Gorkmuyam da eee, bek pis, gorkmuyom da eee, bek pis..."
Ben de korkmuyorum da dostlar, ortaklık vallahi de pek pis, billahi de...