Yirmi dört haziran iki bin yirmi dört, pazartesi günü, anlı şanlı törenlerle temeli atılan, böbürlene böbürlene turkuaz kurdelesi kesilen, göbek kaşıya kaşıya övgü dolu sözlerle anlatılan 'Ankara Bilkent Şehir Hastanesi'ne gittim.
Randevumdan iki saat kadar önce yola çıktım.
Git git yol bitmek bilmedi.
Neyse tabelayı görünce derin bir "oh" çekecektim ki, hevesim kursağımda kaldı.
Dolan dolan kan ter içinde kaldım.
Giriş yok derken bir kapıdan daldım, dalmaz olaydım. Hastane içinde trafik felç. Çünkü hastane içi yollar oldukça dar, dahası dapdar. Otopark çok büyük sorun.
Hır gür, bağrış çağrış, küfür, el kol hareketi ağza alınacak gibi değil.
Trafik için görevli yok. Oysa en az yüz görevli acil ihtiyaç.
Hastane içinde gözüme çarpan güvenlik görevlilerinin görevi sanki bankolarda oturmak olarak tanımlanmış.
Otopark olmadığı için kaldırımlar işgal altında.
Hastanenin bir ucu garpta diğer ucu şarkta...
Yurttaş hasta, yürüyemiyor.
Araba mı hastane kıyısında, fahiş park cezasını göze alarak trafiği engellemeyecek bir yere park ettim. Park ettiğim yer ile hastane arası yaklaşık iki kilo metre. Oysa hastaneye sol ayak baş parmağımın elmacık kemiği büyüdüğü için şiddetli ağrı çekmekle kalmayıp topallayarak yürümek zorunda kaldığımdan muayene olmak üzere gitmiştim.
Nasıl?
Haşatım çıktı.
Randevum var ya, içim rahat. Beklerken bir uzun kuyruk dikkatimi çekti.
'Nedir?' diye sorunca 'muayene olmak için önce sıra alacaksın, sonra kayıt yaptırarak doktora görüneceksin' dediler.
İsyan başladı ama 'ya sabır' diyerek kuyruğa girdim.
Önümdeki arap olmalı, telefonundan arapça yazılar okuyor.
Sıranın dışına çıkıp burnumun dibine kadar sokulan, yaklaşık otuz yaşındaki siyah sakallı genç sürekli söyleniyor, dili arapça. Çekiniyorum.
Arkamdaki simsiyah çarşaflı olmasına rağmen nüfus cüzdanı mevcut ama görevli ile Türkçe konuşamıyor. Belli ki, birinci sınıf vatandaş.
Benimki de iş işte. Ne dedi kendini dini otorite kabul eden cübbeli biri, “Kabirde ve mezarda arapçadan başka dil geçerli değildir...”.
Neyse, "nereye giderlerse gitsinler" denilerek azarlanan meslek mensubu doktorum beni güler yüzle karşılayarak röntgen istedi.
Vardım yine sıra.
Elimdeki barkot iki yüz seksen sekizi gösterirken ilgili odanın önüne gelince gördüm ki, önümde tam yüz kırk dokuz hasta var.
Ortopedi bölümüne ait röntgen odası dar bir koridora bakıyor. Koridorda iki insanın yan yana durması, yürümesi pek mümkün değil. Oturacak yer yok.
Dikkatsizliğimden değil, dikkat çeksin diye tekrarlıyorum burası ortopediye ait röntgen bölümü.
Sorayım mı?
Peki, nasıl?
Bence de bunlarda ne akıl var, ne fikir...
Sinirler gerginken kapının önünden cırtlak bir ses, "Bi gıdım bebem için alet alacağam. Yürümesi, koşması bu alete bağlı. Yardım topluyom. Allah hayrınızı gabul itsin. Hepinize geçmiş ossun...".
Kadını gözlemeye başladım. Elinde ne bir rapor var ne bir yardım toplama için izin belgesi. Kadının bir eli çocuğun bacaklarını ayırmakla meşgulken, hastalardan biri belli belirsiz, "Kelin ilacı olsa başına sürer." diyor. Öteki, "Allah versin bacım." diyerek söze karışıyor. Diğeri, "Devlet baba nerede?" diye sormaktan kendini alamıyor. Noktayı ise, "Emekliyim, nerden alayım." diyen kadın koyunca ortama derin bir sessizlik hakim oluyor.
Bütün bunlar yaşanırken dilim damağıma yapıştı. Susadığım aklıma gelince kantine vardım. Bir küçük su on iki buçuk lira.
Aldım.
Neyse, röntgen çekildi. Sonuç göstermek için yine sıra, yine kuyruk.
Bu sefer bir başka kadın, "Allah rızası için bir ekmek parası.".
Sıram geldi. Sonuç için polikliniğe girdim.
Doktor yorgun, ben yorgun.
Konuştu.
Ağzımı açmadan dinledim.
"Kemik büyümüş. Ancak ameliyatlık değil. Size iki makara önereceğim. Herhangi bir medikalciden almanız mümkün. Bu ayakkabılar ayağınıza uygun değil. Geniş tabanlı spor ayakkabısı giymeniz lazım. Üç ay sonra sırf bu işle uğraşan doçent doktor ...'ya kontrole gelmeniz gerekli..."
Makaraların biri gündüz diğeri gece kullanılacak. Sormadım ama gogıl amcadan öğrendiğime göre fiyatlar 120 TL'den başlıyor, 750 TL'ye kadar çıkıyor, fiyatlar uçuk. Bedeli SGK karşılamıyor. Önerilen spor ayakkabısını almak ise ömre tabi...
Şimdi otuz beş yıl öğretmenlik yap devletten emekli ol, beş yıldır özel sektörde çalış. Sonra kara kara düşün: 'Ne yapacağım, ne yapmalıyım?'
Öte yandan şehir hastanelerinin bozuk fiziki yapısına mı yanarsın? Düzensiz işleyişine mi yanarsın? Hasta garantisine ödenen paralara mı yanarsın? Sansürlenmiş bile olsa yayımlanmayan Sayıştay raporlarına mı yanarsın. Çektiğin çileye mi yanarsın?
Neye yanarsan yan da rahmetli Aşık Arif emmim yaşasaydı hangi türküyü, nasıl yakardı çok merak ediyorum.
O değilde hakikaten işim bitti.
Gerçi cevap vermez ya, yine de sağlıksız işlerin bakanına sorayım: "Şimdi topal ayakla iki kilo metrelik yolu ikindi güneşinin kavurucu sıcağı altında, üstelik işim bitmişken arabama kadar nasıl geri yürüyeceğim?"
Anladım da param yok ki, sahibi olduğun konforlu hastanelerden birine gidip konforlu konforlu, özel muayene olayım.
Sen de anla: "Hastaneler hasta, hastalar yasta. Sistem tamamen entübe, çok perişan çoluk çocuk, çok perişan dede ebe..."
Aa, hayret!
Muhterem cevap vermiş: "Çektiğin gayleye bak, "Babana Topal Mustafa derlerdi, sana da Topal Yusuf deriz, olur biter?"
Müthiş değil mi, her şey çok mükemmel...