19 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulması için 99 yıl önce atılan ilk adımdır. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayram’ınızı kutlarım Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile tüm şehitlerimizin ruhları şad son durakları cennetler olsun.
"1919 yılı Mayısının 19. Günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyleydi’’diyecekti Çanakkale Kahramanı Gazi M.Kemal Atatürk:
Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, 1. Dünya Savaşında yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zayıf düşürülmüş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaşın devam ettiği uzun yıllar sonunda millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve ülkeyi 1. Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahideddin soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruma altına alabilecek herhangi bir duruma razı. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta..."
Ali Fuat Cebesoy, "Millî Mücadele Hatıraları”nda, Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkmadan çok önce "Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır" kararına vardığını yazıyordu.
Umuda giden cesaret yolu...
Hiç kuşkusuz; düşmanlar da çatlasın-patlasın ki, cumhuriyete giden yol 19 Mayıs'ın umut güzergâhından geçiyor...
İşte meşakkatli ve de cesaret taşlarıyla döşenmiş; eski bir vapurun ise hırçın dalgaları aşarak ilerlediği o yol, yıllardır Yunan hayranı sahte tarihçilerle karşı devrimci bağnazların saldırısı altında inliyor...
Oysa Birinci Dünya Savaşı'nın geride sefalet, açlık ve yoksulluk bıraktığı bir dönemde, süpürge tohumundan yapılmış ekmek yiyerek ayakta kalan bir kuşak da, cesaret ve güç vermişti 19 Mayıs'a giden yola...
Hem de 11 milyonluk ülkede, neredeyse 3 milyon insanın can verdiği savaşların ardından açılmıştı o "umut" yolu...
Ve de ezici çoğunluğu köylerde yaşayan, cehalet-yoksulluk çıkmazındaki Osmanlı toplumu, "kurtuluş"a giden meşalenin yakıldığı süreçte tamamen bozgun ve tahribat altındaydı...
Yaşamın tüm çağdaş olanaklarından yoksun, nüfusun ancak yüzde 9'unun okuma yazma bildiği bir coğrafyada, savaş yorgunu bir insan topluluğu tüm umutlarını yitirmiş ve çaresiz halde bekliyordu...
Yani Atatürk'ün elindeki meşalenin tüm Anadolu'yu aydınlatmaya çalıştığı o karanlık dönem tıpkı, "Dolaştım mülk-ü İslami, bütün viraneler gördüm" mısralarında anlatıldığı gibiydi!..
Çünkü itilaf güçleri 13 Kasım 1918'de İstanbul'a girdiğinde, Fransız, İtalyan ve İngiliz askerlerine direnecek ne bir ordu vardı, ne de dirayetli bir devlet yönetimi...
Aydınlanma'nın sönmeyen feneri...
19 Mayıs tarihinin günümüze ulaşan sosyal ve siyasal sonuçları, cumhuriyetle ezeli düşmanlığı olan karşı devrimci güruh ile iş birlikçilerinin suratına inen bir şamar gibidir aslında!.. Hem de izleri 100 yıldır çıkmayan, sarsıcı ve çok düşündürücü bir şamar...
Liboşundan gericisine, iş birlikçisinden satılmışına kadar, 19 Mayıs'ı "yaşandığı koşul"ları göz önünde bulundurmadan analiz etmeye kalkışanlar nasıl 100 yıldır kronik bir hastalıktan muzdarip şekilde çırpınıyorlarsa, yarınlarda da elbette çırpınmaya devam edecekler...
İşte bu yüzden ulusal bayramlar ne kadar engellenmeye çalışılırsa çalışılsın, illa ki "19 Mayıs" ruhu hep yaşatılmalı, hep hissedilmeli ve gelecek kuşaklara da her zaman anlatabilecek bir siyasal iktidar yaratılabilmelidir...
Ve tam da bu sırada, akıllara gelen asıl sorunun üzerinde de düşünülmelidir;
19 Mayıs da, tıpkı 100. yılında sıradan bir anmayla geçiştirilen Çanakkale Zaferi gibi önemsiz ve umursanmayan bir sıradanlıkla perde gerisine mi atılacak?..
19 Mayıs zaferi, hem de 100. yılında; liderine, kadrolarına ve Millî Mücadele şehitlerine şan olacak biçimde, üstelik de tarihte görülmemiş etkinliklerle kutlanmalı ki, "kurtuluş"un asalet bayrağı daha da şanlı ve coşkulu biçimde dalgalanabilsin...
Evet; "Aydınlanma"nın vapuru 100 yıl sonra batırılacak mı, yoksa karanlığı yırta yırta, yol gösteren feneriyle ebediyete kadar ilerleyecek mi?.. Karar hepimizin!.
Ey o Türk Gençleri!
Atatürk, "Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek" görevi yüklemişti ya size;
Tam o görevi yerine getirmeniz gereken zamanda, görevi yerine getirmeniz gereken yerdesiniz!
Vazifeye atılmak için, içinde bulunacağınız vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksiniz!
Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir...
Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir; kendinizi öz yurdunuzda garip, parya, öteki, marjinal, azınlık hissediyor olabilirsiniz...
İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler; gözünüzün içine baka baka Cumhuriyet değerleri çiğnenebilir, devletin kurucu ideolojisi ayaklar altına alınabilir, vatan toprağı teröriste terk edilebilir...
Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler; kendilerini kurtarabilmek uğruna başka herkesi ateşe atabilirler, iftirayla yakabilirler, yargısız infaz edebilirler...
Ve siz tam da orada, daha önce bütün "bu ahval ve şerait içinde dahi Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmak" üzere yola çıkanların olduğu yerdesiniz bugün;
Unutmayın! Saltanattan cumhuriyete, gericilikten aydınlanmaya, müritten bireye ulaşan çok kapsamlı, çok anlamlı ve çok etkili değişim- dönüşüm- gelişim süreci neredeyse yüz yıldır bağnazların taarruzu altında…
Ve de o süreç, hastalıklı kafalar tarafından ısrarla ve düşmanca göz ardı edilmek isteniyor ‘’gaflet, dalalet ve hatta ihanet’’ yaklaşımından…
Mutlak otoriter rejime ‘’kul’’ olmaktan ‘’Özgür Birey’’ hakkını elde etmenin hukukun üstünlüğüne dayanan Laik Demokratik parlamenter sistemde olduğu bilinciyle… Görev omuzlarınızdadır…