Konuyu kaynaklarından incelemeye devam edelim. Yukarıda ki bölümlerde izah ettiğimiz gibi, Avrupa’da dini otorite sayılan kilise, siyasi otoritenin egemenlik alanına da hükmetmeye başlaması üzerine, Avrupa tarihinde çok uzun yıllar süren din savaşları olduğunu gördük. Kilisenin, siyaset ve yönetim sistemleri üzerinde ki bu baskıcı tutumdan dolayı verilen mücadeleler semeresini vermiş, siyaset müessesesi, ‘’ dini vesayetten ‘’ kurtularak, laiklik mücadelesi kazanılmıştır.
Kazanılan mücadele akabinde, Avrupa’da aydınlanma dönemi dediğimiz bu safhada, eğitim, bilim, sanat, teknoloji ve her alanda ilerlemeler kaydedilmiştir.
Dolayısıyla laiklik, Batı’da ‘’ dinin vesayetinden kurtulma mücadelesi’’ olarak doğmuş ve gelişmiş bir kavram olmuştur. ‘’Kili, Atatürk ve Laiklik, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Dün- Bugün- Yarın, s. 15, 16 vd’’
‘’Ancak laiklik, sadece Batı’da ortaya çıkıp gelişen bir kavram değildir. Pek dile getirilmese de bir BİR TÜRK LAİKLİĞİNDEN DE SÖZ EDİLEBİLİR.
Üstelik bu Türk laikliği, Batı’daki laiklikten çok daha önce, 11. Yüzyılda Selçuklular döneminde ortaya çıkmıştır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdatta halifenin siyasi yetki( Atatürk, Din Ve Laikliklerini elinden alıp halifeyi sadece din işlerinden sorumlu hale getirmesi, dinle siyasetin ayrılması anlamında bir tür laikliktir...( Meydan Sinan, Atatürk Modernizm ve Din,s. 486 vd.)
Laiklik, toplumsal hayatın din kurallarıyla değil de, akıl ve bilimle şekillendirilmesi, devletin ise yine din kurallarıyla değil, çağdaş siyaset ve çağdaş hukuk kurallarıyla yönetilmesi olarak tanımlanabilir.
Dindarlık veya dinsizlik devletler için değil, bireyler için söz konusudur. Bu yüzden laik devletlerde din kurallarıyla yönetme biçimi olmasa da, toplumda ki tüm kişilerin din ve vicdan özgürlüklerini kabul ederek, devlet olarak bu özgürlükler laiklik ilkesi gereğince korunur.
Atatürk bu durumu şöyle izah eder: ‘’ Laiklik prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü milli iradenin ve insanlığa mal olmuş değerlerin belki de en mukaddesi olan din hürriyeti ancak laiklik prensibine bağlanmakla korunabilir...’’ ( Atatürk Din ve Laiklik, Neda Armaner, Atatürkçülük İkinci Kitap, İstanbul 1988)
Zaten Osmanlı’da 1839 Tanzimat Fermanıyla başlayan Batılılaşma hareketleri neticesinde, dinin gerek devlet yönetiminde gerekse toplumda etkisinin azalmaya başladığı yıllardır.
Esasen Atatürk devrimlerinin özü ve nihai hedefinin laiklik olduğu anlaşılır. Prof. Dr. Mohammed Sadıg’a göre de, ‘’ Türk laikliği, Türk devrimlerinin en dikkate değer ve en dayanıklı temeli’’ açıklar.
Prof. Dr Reşat Kaynar, ‘’ Atatürkçülük ve Din Adamı’’ , Cumhuriyet 1963, Atatürkçülük Nedir, s. 124-125.’’ Eserinde Atatürk’e laiklik bahane edilerek saldırıların sebebini şöyle açıklar: ‘’...Atatürk batı uygarlığını yalnız tekniği ile değil sosyal kurumları ile toplumun kabul etmesi ve kafa değiştirmesiydi...
Bu ülkünün korunması için de, laiklik disiplini altına girmek şarttı. Atatürk Türkiye’nin kurtuluşunu bu özün korunmasına bağlıyordu. Bundan dolayı, Atatürkçülüğün özünü yıkmak isteyenler, daima laikliğe saldırmışlar, bahane olarak da Atatürk devrinde, laikliğin din düşmanlığı biçiminde uygulandığını ileri sürmüşlerdir...
Toplumsal hayatın dinsel kurallarla yerine, akılcı, bilimsel kurallarla şekillendirilmesi kabul edebilmek için kafa değişiminin şart olduğunu...’’ yazar bu şekilde belirtmektedir.
Dikkat edilecek olursa, laiklik yaklaşımı ile ortadan kaldırılan kurumlar dinin ruhu açısından değil, biçimi açısından önem verilen tarihsel kurumlar olduğu görülür.
Öyle ki bu kurumların ve simgelerin içinde gerçek İslam’ı aramaya kalksak bir kısım boş inançtan başka şey bulmak mümkün değildir. ( ‘’ Meyan Sinan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Atatürk Modernizm ve Din, İnkılap, 2017, s. 489 vd’’ )
Mesela; Ne Saltanat, ne hilafet, tekke ve zaviyeler, eski tür araç ve tartılar, ne Arap alfabesi, ne medreseler, ne de insanların soy adlarının olmaması, takvimin değişmesi gibi hususlar İslam’ın özüne uygundur. Hemen hemen hepsinin içi boşaltılmış, adı İslam kalmış ama İslamiyet’in özüyle alakasız kurumlara dönüşmüştür.
Atatürk’ü yakınen en iyi tanıyanlardan birisi olan Falih Rıfkı Atay Atatürk’ün yaptığı devrimlerle neyi düşündüğünü ve gerçekleştirmek istediklerini şu şekilde açıklar:
‘’.... Tanzimat fermanı ve Osmanlı’daki ıslahat hareketleriyle yapılmak istenip te yapılamayan, medreseden yetişme şeriatçıların vicdanlar üzerindeki egemenliği yıkılıp, laik bir devlet sisteminde dünya işlerini yalnız akıl ve bilim yolu ile çözmedikçe, dini sadece Tanrı ile kul arasında bir vicdan işi olarak bırakmadıkça, baştaki istibdat yıkılsa bile başarılı olunmayacaktır.
Tanrı adına toplumu hükmü altında tutan geri medrese şeriatçılığının yarattığı yığın despotluğunu önlemedikçe, insanı laik ve müspet ilimlere dayanan eğitimle değiştirmedikçe toplumu değiştirmeye, ilerlemeye, kalkındırmaya, vicdan ve kafa hürriyeti yolundan hürriyete kavuşturmaya, rejimi devamlı ve kararlı bir hürriyet rejimi yapmaya imkan yoktu....’’ (Atay, Atatürk Ne idi?, s..9...vd)
OSMANLI’DA GERİ KALMIŞLIĞIN SEBEPLERİ
Atatürk, Osmanlı tarihini çok iyi inceleyen biri olarak, geri kalmışlığımızı, Batı’nın bilim, teknoloji, eğitim, sanayi kısaca aydınlanma hareketlerinin dışında kalmamızın sebebi olarak, medrese eğitimli geleneksel İslamcıların kalkınma hareketlerinin önünde engel olarak görmüştür.
Öyle ki, Gutenberg ilk matbaayı 1440’lı yıllarda bulmuş, ilk kitabını 1450 yılında basmıştır. Osmanlı ise çağın bu en önemli gelişmesine tam 300 yıl, ‘’ günahtır, zinhar haramdır...’’ gibi çağdışı düşüncelerle din adamları karşı çıkmıştır.
Ancak İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ile 1726 yılında ilk Türk Matbaası kurulmuştur. ‘’...Haramdır, günahtır, caiz değildir...’’ tam 300 yıl kayıp zaman yaşamıştır Osmanlı Devleti... Her bilime, her teknolojiye ve gelişmeye, medrese eğitimi almış güya müderris sayılan ulemalar, gelişmenin ve kalkınmanın önüne set çekmişlerdir.
Osmanlı’da çöküşün baş mimarları bu zihniyet olmuştur. Kanuni döneminden sonra bilime ilgisiz kalınmıştır. Osmanlı, matematik, fizik, astronomi, tıp gibi bilim dallarında geçmişteki İbni Heysem, El Harizmi, El Kindi, Ali Kuşcu, İbni Sina gibi ilim dallarında dünyaca ünlü Müslüman ve Türk adamlarının ilim düzeyine bile yaklaşamamıştır.
16. yüz yıldan sonra, Osmanlı’nın ölüm çanlarının çalmaya başladığını, ne Enderun Mektebinden yetişenler, ne de medrese’den yetişen ulemalar görmüştür!...
Kur’an’ın ‘’ ilk emri oku’’ olan, akla ve bilime önem veren yüzlerce Kur’an ayetlerini kendi hegemonyalarını sürdürebilmek için görmezden gelen bir din sınıfı oluşmuştur.
Yüce İslam, tüm insanlık yararına olan yenilikler ve kalkınma hareketlerinde sanki bir karşı kutupmuş ve tarafmış gibi gösterilerek cahil, cühela insanlar kandırılmıştır. Medreseler bozulmuştur.
Akli ve müspet ilimler programlardan çıkarılarak yalnızca dini eğitim yeterli görülmesi bozulmayı beraberinde getirmiştir...
Enderun mektepleri, medreseler ve eğitim kurumları 16. Yüzyılın ortalarında bozulmaya başlamıştır. Bozulma nedenleri olarak başlıcaları:
Her şeyin ve bilimin temelinde iman esaslarının görülmüş olması gelir. Halbuki, bilim imanın temelinde olması gereken bir gerçektir. Özgür düşünce ve arayışlar hoş görülmeyerek, dinen caiz sayılmamıştır.
Mezhepçilik anlayışı ve ayrıntılarının üzerine ve Fıkıh kurallarının ayrıntıları üzerinde çok fazla durularak ve zaman harcanarak, akılcı gelişmeler yerine sürekli nakilci ve kuralcı düşünüş ile işin özü kaçırılmıştır.
Medrese sisteminin özünde iç dinamikler ve ezbercilik bilimsel gelişmeyi zorlaştırıcı unsurlar olmuştur. Akli ve müspet bilimler müfredatlardan çıkarılmış, yalnızca dini ve hukuki bilimlerle yetinilmiştir. Akli bilimler kaldırılınca gerekli ve geçerli olan tartışma, araştırma, inceleme, eleştiri yöntemi de terk edilmiştir.
Katip Çelebi bu bozulmayı özetle şöyle der:
‘’ Kanuni dönemine gelinceye kadar, Hikmet ile Dini Bilimleri uzlaştıran bilim adamları vardı.
Fatih Sultan Mehmet, Kelam derslerine yer vermişti. Sonra gelenler, ‘bunlar felsefedir’ diye kaldırıp yerlerine Fıkıh vs derslerini koydular. Böylece bilim alanı fakirleşti. Kıyıda, köşede, Doğu Anadolu’da yer yer Hikmet okumayı sürdüren öğrenciler İstanbul’a gelip tafra satar, böbürlenir oldular...’’
Çağın değerlerini yakalayan akılcı düşünce yok sayılmıştır. Devletin çeşitli kurumlarından Maliye, Ordu, Eğitim Kurumlarının bozulmaya başlaması, rüşvet, adam kayırma, adam sendecilik, yolsuzluklara aldırış etmemek, toplumda ki kokuşmayı görmezden gelmek, çöküşü hızlandırmıştır.
Nakilci ve aktarmacı bilimler, akılcı ve müspet bilimlerin yerine ikame edilmiştir. 17. yüzyılın ortalarından sonra medrese programları hemen hemen tefsir, fıkıh, hadis ağırlıklı olarak verilmişken, matematik, astronomi, mantık ve felsefe dersleri önemsenmemiştir.
Son zamanlarda ise fen bilimleri, müspet bilimleri tamamen müfredatlardan kaldırılmıştır.
Oysa ki hem pozitif hem de manevi ilimler bir arada verilmeliydi. Medreselerde ki bu bozulmada, dini sınıf bu gelişmelerin karşısında durmuş ve dine uygun olmadığı görüşü empoze edilmiştir!...
Daha fazla sebeplerini burada yazmak uzun olur. Tabi ki, nakli ilimleri reddedemeyiz, hatta nakli ilimlerle desteklenmeyen akılcı ilimler belki zaman içinde tamamen maddeci bir bilime dönüşerek, kainatta ki oluşan ve var olan hayatın gerçeğini, sebep ve sonuçlarını doğuran inkarcı bir anlayışa yerini bırakır... Şimdilik konumuz bu değil.
Osmanlı’daki geri kalmışlığın sebeplerini Atatürk kendi el yazıları ile yazdığı notlarında da görülmektedir. Bu yüzden radikal devrimler, laiklikle içi doldurulmadığı taktirde, gelişme ve çağın değerlerini yakalamada yeterli olmayacağını daha harbiye yıllarında öğrenciyken sezmiştir... Laiklik yolunda adımlar atıldıkça geleneksel İslam taraftarlarınca çok ağır eleştirilere uğramıştır...
Atatürk’ün getirdiği ‘’ Türk tipi laiklik’’, İslam dininin, özüne, inanç ve ibadetlerine hiçbir şekilde müdahale etmemiştir. Dinin, siyasal hayat üzerinde ki egemenliğine karşı olmuş, özgür düşünceyi savunmuştur...
Nitekim Sadi Borak o günler için şunları demektedir... ‘’ Camiler her zamanki gibi açıktı, Ramazan’da isteyenler orucunu tutuyordu. İlmihal kitapları ilk defa o zamanda basılmaya başlanmıştır. Şimdiki medreseler gibi, dünya ve politika değil, sadece din adamı yetiştirmek için İmam Hatip Okulları açılmıştı...’’ ( Sadi Borak, Atatürk ve Din, s. 19 ve dv...)
‘’ TÜRK LAİKLİĞİ ‘’
Laikliği yorumlayan çağdaş müfessirlere göre; ‘’ Türk Laikliği’’, tüm dinci ve gerici hareketlere karşı, laikliği inanç ve ibadet hükümleriyle özleştiren, İslam Dininin, medeni ve uygar bir hayatın dini olabileceğini göstermiştir. BU bakımdan sadece Türklerin değil, tüm İslam dünyasının kurtuluş reçetesi sayılmıştır. Türk laikliği, Türk milletinin tecrübesidir.
Batı dünyasının yüzlece yıl süren din savaşlarının sonunda gelen laikliği, Türk milleti kansız ve iç savaşsız başarmış tek millettir. Çağa uyum sağlayamayan Müslüman milletler, bunun acılarını büyük şekilde çekmiştir ve çekmektedir. Güya İslam adına çıkan terör örgütleri, Allah adına ve ‘’ Allahu ekber’’ diyerek kafa kesmekteler...
Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Suudi Arabistan, İran...’’ gibi daha nice İslam ülkelerinde ; acı, kan, göz yaşları, terör, kesilen kafalar, kurşuna dizilen insanlar ve milyonlarca Batı ülkelerine ve Türkiye’ye sığınma ve mültecilik talebinde bulunan, can güvenlikleri olmayan aç, masum ve sefil insanlar!...
Türk laiklik sistemi, hiçbir şekilde dini reddetmez. Hatta dindar insanların özgürce dini inanç ve ibadetlerini yaşayabilmelerinin garantisi ve sigortasıdır. İnançları korur ve saygı gösterir. Fakat aynı zamanda din etiketi taşıyan herşeyi de toptan kabul etmez.
Araştırıp, soruşturup, inceler. Yani bu iki yol arasında üçüncü bir yol, denge yolu olarak ortaya çıktığını söyleyenler olmuştur...
Demek ki, Atatürk devrimleri, İslam’ın inanç ve ibadet boyutuna müdahale etmemiş, herkes istediği gibi ibadetinde özgür bırakmıştır. Bir diğer gurup, tarikat, cemaat gibi yapılaşmaların tahakkümünden kişilerin özgürlüğünü korumuştur.
Fakat bunların yanında, toplumu esir alan, yanlış yönlendirmelere yol açacak her türlü batıl fikir ve hurafelerle de mücadele etmeyi sistem olarak benimsenmiştir.
Dinin istismarını ve dinden menfaat sağlayan çevrelerin, toplum üzerinde Yüce İslam Dini’nin baskı aracı olarak kullanılmasına şiddetle karşı çıkan ve mücadele eden bir görüş sistemi olarak ‘’ Türk laikliği’’ doğmuştur...
Atatürk bir konuşmasında; ‘’... Dinden menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve
masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir...’’ ( Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955 Baskı, s. 116.)
(Devam edecek...)