----ÖNSÖZ---
Öncelikle 1977-1980 yılları arasının yaşanmış, uzun trajik hikayemizin tüm konusunu buraya taşımak ve isim isim belirterek yazmak ancak bir kitabın konusu olurdu. Bu bakımdan hikayede olması gereken bir çok olayları, bilhassa öğretmen arkadaşlarımı ve öğrencilerimi muhtevayı da çok uzatacağından ve daha bir çok isimleri şimdilik muaf tutmak ve geçmek zorunda kaldım. Ama hiç birini unutmadım.
Yaşadığımız günü anlamak için, yaşanılanların unutulmamasından ve hatırlanmasından geçtiğini anlamak gerekir. Hatıralarımız hiçbir kimseyi tenkit ve eleştiri için yazılmamıştır. Bundan sonra ki yazılarımızda, hatıralarımızda ve duygularımızda olanları da paylaşmak üzere hepinize iyi okumalar.
--------0--------
Öğretmenlik, bir bilgiyi, bir sanatı, bir tekniği veya bilimin herhangi bir dalını öğretmeyi kendisine meslek edinmiş kimse olduğunu biliyoruz.
Yeri geldiğinde bir anadır, babadır. Sevecen, sempatik, hoşgörülü, mütevazi, ilme ve öğrenmeye açık olmalıdır öğretmen. İç içedir öğrencileriyle. Bir kuyumcu sarrafı gibidir. Karşıdakini evladı gibi görür. Kendi çocuklarından daha fazla onlarla zaman geçirir. Okulda, evde, yolda, bile onlarla olur ve olduğu yerlerde hissettirir kendisini.
Sanatçı gibi olmalıdır öğretmen. Yontulmaya hazır sanat eserlerini inşa etmek için bir kuyumcu titizliğiyle izler ve takip eder öğrencisini. Bir heykeltıraşa benzetmelidir kendisini. Yeteneğini, kabiliyetini, psikolojik yapısını araştırarak yaklaşmalıdır öğrencisine.
İdealistlik öğretmen olmanın en önde gelen özelliğidir. Pişirmeden önce yoğurmak, yoğurmadan önce tanımak ve istediği kalıba sokmak için çaba sarf eder. Öğrencilerini neye ve nasıl motive edeceğini bilmek için deneyim sahibi de olmalıdır.
Belki teknolojiye hakim olmasa bile öğrenmeye ve öğretmeye her daim açık olabilmelidir. Kendisine güven duymalıdır, bir kahraman gibi değil, insan gibi yaklaşmalıdır öğrencilerine. Öğretmen- öğrenci- okul üçgeninde bir taraf değil, bilgisine danışılan, akıl sorulan, bilirkişi statüsünde problemlerin çözümüne yardımcı olmalıdır...
İşte bu düşüncelerle, Ankara Gazi Eğitim’den den mezun olur olmaz, okulumuzdan ve hocalarımızdan aldığımız bilgiler, öğüt ve tavsiyelerle ve görev aşkıyla ilk görev yerimiz olarak, 1977 yılında Samsun Terme İmam Hatip Lisesine Matematik Öğretmeni olarak atandım.
***
Kararnamenin bir nüshası cebimde görevime başlamak için okula geldim. Okul o zamanlar Terme’nin Kocaman Caddesinde ki fiziki olarak tam bir okul görünümünde olmasa da, Kur’an Kursundan çevirme, yine de eğitime uygun bir yapıda , eski değilse yeni de sayılmayan bir bina görünümünde.
Okulun giriş kapısında boyu, kilosu benden fazla , yaşı da bana yakın olan öğrencimiz, ‘’...Dur içeriye girmek yasak, şimdi hocalar dersteler, girmezsin...’’ diyerek, biraz da beni tıfıl gördüğünden olacak dış kapıyı açmak istemedi. Daha yirmi iki yaşındayım.
Öğrencilik havasını henüz daha üstümden atmış değilim, kıyafetim de tam düzgün sayılmaz. Saçlar uzun kulakların üstünde, bıyıklar hilal biçiminde. Ben hemen biraz ciddileşerek, öğrencinin adını sordum, tipimi de sevmemiş olacak ki, adını da söylemedi. Okula giremediğim için, ben de artık sertleşmeye ve ciddileşmeye başladım. Yüzümden anladı değiştiğimi nihayet!...Adının Kerim Şahin olduğunu söyledi. Ben de içimden, Kerim senin adını hiç unutmayacağım bundan sonra dedim.
Bak Kerim, yarın Matematik dersinize gireceğim belki, bu okulun Matematik öğretmeniyim artık der demez, bizim Kerim biraz da nazlanarak, beni tepeden bir süzüp, demir kapıyı açtı bana. Sonra okul müdürü Salih Yaşar Odabaşıoğlu Bey’in odasından çıktığımı görünce bizim Kerim öğretmen olduğuma ikna olmuş ki, yanıma gelip, "hocam kusura bakmayın.." deme nazikliğini de gösterdi.
Sonradan bu Kerim’le aramız çok iyi oldu. Matematikten bol kepçe verdiğimiz notları da unutmadığından, arada bir telefonla da arayıp hatırımı sorar sağ olsun.. Öğretmenliğe başlamamın ilk hikayesi olduğundan unutamadım...
Biz tabi başladık, canla, başla , aşkla, şevkle ders anlatmaya. Orta kısımda ki öğrencilerimiz anlattıklarımızı anlıyordu ama, Lise kısmında ise dersin tam anlaşıldığını söyleyemem. O zamanlar klasik anlatımdan modern matemetiğin müfredeta yeni geçildiği yıllardı. Öğrencilerin bir çoğu Kur’an Kursundan gelme olduğundan temel bilgilerde zayıflık vardı.
Bir gün yine böyle ders anlatmaktan yüzüm kıpkırmızı, birazda moralim bozuk dersten çıktığımda, Müdürümüz Salih Bey beni odasına çağırdı, çayımızı içtik, bana mesleki tecrübesini nazik bir şekilde konuşturdu.
‘’...Hocam, burası İmam Hatip Lisesi, normal lise veya Fen Lisesi değil, kendini o kadar sıkma, yavaş yavaş, rölantide ol. Bunların bir çoğu İmam veya vaiz olacak, doktor, hakim, mühendis, gibi mesleklerden olacak değiller, kendini de sıkma, öğrencileri de sıkma, sen dersini basit olarak anlat, gir , çık...’’ gibi biraz nasihat verdi.
O zamanlar İmam Hatip mezunlarının İlahiyat Fakültesi ve İslam Enstitüsü dışındaki yüksek okullara giriş imkanı zordu. Buna rağmen o yıllardan dersine girdiğim bir çok öğrencim, yüksek okulları bitirerek; öğretmen, il ve ilçe milli eğitim müdürleri, yazar olanlar, mühendis, hakim, avukat, savcı, işletmeci, vali yardımcıları, belediye başkanları ,esnaf, tüccar, büyük iş adamları ve Danıştay üyesi olan öğrencilerim oldu. Bir çoğuyla bile haberleşiriz bugün.
Bu öğretmenliğin en iyi tarafı nedir diye sorarsanız sadece bir tarafını söyleyebilirim size. Cadde de, yolda orada burada gezerken, yürürken yıllarca sonra birisi çıkar karşınıza, ‘’...hocam elinizi öpeyim, ben falanca sene, falanca sınıftan öğrencinizim hatırladınız mı? Sizleri de örnek aldık, Üniversiteyi bitirdim, şurada çalışıyorum...’’
O anın verdiği mutluluğu öğretmen olmayanlar bilemez. Hatta geçenlerde birkaç ay önce Üsküdar sahilde bir avukat arkadaşla yürürken, arabada küçük çocuklarını gezdiren bir çift dikkatlice yüzüme baktıktan birkaç saniye sonra, ‘’...Aaa Faruk Hocam bizi hatırladınız mı, hocam elinizi öpeyim...’’
Valla kızım; sesin, gözlerin yabancı gelmedi ama şu anda ilk bakışta çıkaramadım... Maşallah Hakan ‘da saç sakal karıştığından, fizik de değişmiş, tam olarak hatırlayamadım...
Yine bir gün, çarşıda gezerken iki kişi yüzüme bakıp, yanımdan geçti. O anın farkında da değilim. Akşam üstü büronun kapısı çaldı. İki kız öğrencim gelip, ‘’...Aşkolsun hocaamm, bugün size yolda selam verdik ama almadınız...’’
Dedim ki bir dakika çocuklar, ömrü hayatımda kimsenin selamını almamazlık yapmadım. Bakmışımdır ama görmemişimdir. Hem ben sizleri okulda öğrenci kıyafetiyle bıraktığımda, küçücük ve etekleriniz vardı. Şimdi ki büyümüş halinizle ve kıyafetinizle tanıyamamış olabilirim, dedikten sonra her iki öğrencimin saygıyla elimi öpmesinin ve sıcak sohbetin verdiği hazzı hiçbir yerde bulamaz insan...
Veya yıllar sonra bir telefon gelir:
‘’...Alo Hocam, ben falanca, nasılsınız, ellerinizden öperim, bizde emeğiniz çok, bir hatırınızı sorayım dedim....’’
Bu duyguyu hiçbir meslekte yaşayamaz insan!.. Duygulanır ve o ses alır yıllarca geriye götürür sizi!...
***
Biz yine konumuza dönelim:
70’ li yılların sonu, ülkemizin her tarafı gençlik hareketleriyle ve silahlı çatışmalarla kaynamakta. Belki her gün en az üç, beş gencimiz, polis ve öğretmenlerimiz o zaman ki, sağ- sol çatışması denilen hareketlerde yaralanıyor ve ölüyorlardı. Aslında bu, sağ-sol benzetmesini o günde sevmedim, bugünde sevmiyorum.
(Devam edecek)