...........
Çünkü yerine oturmuş ve gerçeği yansıtan bir kavram olmadığı için kestirmeden sağ- sol çatışması tabiri kullandık. Aradan geçen çok zaman sonra, öğrenci hareketlerinin, bir sağ, sol çatışmasından ziyade, emperyalist devletlerin, Türkiye üzerindeki menfaat çatışmalarından dolayı, öğrenci guruplarını kullandıklarını, Üniversiteleri savaş alanı haline getirerek, Türkiye’yi kardeş kavgasına sürükleyip, sağ-sol, Alevi- Sünni, bu da tutmazsa, Türk- Kürt çatışmasıyla bölmek isteyen güçlerin, devletimizi, milletimizi, ABD’nin, SSCB veya Çin’in bir peyki yapmak istedikleri gerçeği, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Esasen bizler ülkücü hareket olarak bu gerçeği o günlerden biliyorduk, biliyorduk da geri dönülmez bir mücadelenin içinden, vatan millet savunmasını yarı yolda bırakamazdık ve bırakmadık da...
O günkü şartlar içerisinden karşılıklı müsadere içinde ülkücü hareketin, şehadete eren beş bin ülkücü vatan evladını, genç yaşta kara toprağın bağrına, mübarek kanlarını vatanın bölünmezliği, milletin bütünlüğü, ay yıldızlı bayrağımızın semalarda dalgalanması uğruna şehit olduğu günlerdi...
Hepsine Allah rahmet etsin, saygı ve minnetle anıyorum.. Fakat sol cenahtan da, ülkemizi, kendi inançları doğrultusunda emperyalizme karşı savunmak için mücadele veren sol gençliğin büyük bir kısmının da yurtsever, namuslu, dürüst insanlar olduklarını zaman içinde onlar bizi, biz onları kısmen de olsun anlamış olduk.
O günleri anlatmak için, ülkenin genel durumu ve panoramasını kısa da olsa yazmadan geçmek mümkün olmuyor. Ülkenin şartları ve genel ahvali neyse, Terme’nin durumu da bu genellemeden farklı olduğu düşünülemez...
Neyse efendim biz konumuza dönelim tekrar. Şimdiki nüfusu 70.000 lerin üzerinde olan Samsun’un Terme İlçesi o yıllarda 15-16.000 nüfuslu sakin, yeşillikler içerisinde, doğa güzelliği harika, fındığı, pirinci ve bilhassa pidesiyle ünlü şirin bir yerdi.
Tam ortasından akan Terme Çayı, şehre kattığı güzellikle ayrı bir muhteşem. Birkaç kilometre ilerideki Miliç Sahili , bir dinlenme , sayfiye yeri olmanın da ötesinde , tüm güzellikleriyle, tertemiz denizi, kumları , güneşi ile turistik öneme haiz müstesna bir yer şüphesiz...
O yıllarda Terme Çayı boyunca akşam gezintilerimizde, tabiatın güzelliğini esirgemediği yeşilliklerin, nazlı nazlı akan Terme Çayı üzerinde akislerin seyretmek, günün yorgunluğunu unutturuyordu herkese.
Suyun huzur verici sessizliği ve hayranlık uyandıran renkleri seyretmeye doyum olmazdı. Ülkenin ve o yılların gergin ortamı, doğanın renginde, akşam güneşinin suya vurduğu akislerde, sessiz ve sakin akan suyun ritminde kaybolduğunu görmek istercesine kendine çekerdi akan ırmağın güzelliği.
Karadeniz genelde yağmurludur. Islanmak da ayrı bir güzel Terme’de. Güneşin, yağan bulutların hemen arkasından kendini göstermek istercesine, ıslanmış toprağı ısıtarak, nefis toprak kokusunu etrafa yaymasının ve ağaçların yaprak esintilerinin çıkardığı ahenk de başka güzellik ve huzur katar insana.
Hayvanların geniş arazilerde, özgürce yemyeşil alanlarda sürü şeklinde otladığını, hatta oto yolda aniden önünüze çıkması yadırganmazdı orada... Doğa her daim canlıdır , monotonluğu sevmez.
Çok köyleri yeşillikler içinde bir ağaç denizi gibidir. Çam, köknar, meşe, söğüt ve kavak ağaç türleri her tarafta yaygındır. Onların altında, mısır ve fındık bahçeleri iç içedir. Suyun daha bol olduğu yerlerde çeltik tarlaları daha ayrı bir görünüm arz eder.
Terme’nin meşhur pidesini demiştim. Belki yıllar içinde hak ettiği tanınmışlık ve marka değerini alamamış olduğunu düşünüyorum. Terme pidesi bir marka olarak tescili eğer yapılmamışsa mutlaka yapılmalıdır. O sıralar evde yemek yapmayı da pek bilmediğimizden, öğlen akşam pide yemek tek alışkanlığımız olmuştu.
O zamanlar da çok pideci vardı ama biz Şerif abimizin yani, Şerif Alişar’ın pide salonundan çıkmazdık. Terme Pideciliğinde otorite ve ustadır kendisi. O bir başkaydı, mütevazi kişiliği, güler yüzü, sakinliği ve hoş sohbetiyle unutamadığımız bir büyüğümüzdür o. Allah uzun ömürler versin kendisine...
İmam Hatip Lisesinde göreve başladıktan sonra, bekar olan arkadaşlarla okula yakın yerde ev kiraladık. Evin temeli toprak üstünde, biraz yükseklikte olduğundan, su birikintilerinden ve bölgenin de yağışlı olmasından rutebetliydi.
Akşam olunca, hemen yanımızdaki mısır bahçesinden gelen cırcır böceklerinin sesine, kurbağaların sesi de iştirak ettiğinde, gecenin sessizliğinde, doğanın o tabi seslerinden oluşan nağmenin huzurunu, bir müzik orkestrasının ritminde bile bulamazdı insan...
Terme’nin insanı misafir severdir. Dışarıdan gelene daha bir sıcak bakar. Kocaman Caddesindeki okuldan çıkıp, çarşıya gidinceye kadar en az beş on esnaf çayını içmeye davet eder. Bir isteğin olup olmadığını , halını hatırını sormadan geçmez...
İşte o günlerde, fakültelerde ki boykot ve işgaller henüz Liselere kadar sıçramış değildi. Fakat içten içe kaynaşmalar, Orta dereceli okullara bile sıçramıştı.
***
İlk göreve başladığım ve ilk göz ağrım olan okul Terme İmam Hatip Lisesi, kısmen daha sakin bir görünümdeydi. Üniversite yıllarımızda her birimiz, tabiri caizse ateş çemberinin içinden çıkmışçasına, vatanımızın bölünmezliği, milletimizin bütünlüğü, Türklük bilincinin varlığı ve korunması uğruna gözü kara birer mücadeleci kimliğimizle okullardaki görevimize başladık.
Bizler o günlerde, İlay’ı Kelimetullah ve Nizam’ı Alem uğruna, kendimizi Turan ve Turancılık davasının yıkılmaz ve yılmaz neferleri olarak görüyorduk...
Turan ülkümüzden bugünde hala realist çizgimizde değişiklik olduğu söylenemez. Türklerin yaşadıkları coğrafyada bağımsız olmalarını istemektir. Devletleri yıkmak ve ortadan kaldırmak düşüncesi değildir Turan ülküsü...
Turancılık bazılarınca şovenistlik, bazılarınca ırkçılık ve ham hayal olarak görülebilir. Bizim için nasıl görüldüğü fark etmez. Yıkılmaz zannedilen SSCB, 1990’lı yıllarda dağıldı. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi düşüncesi de bir hayal olarak düşünenler oldu. Yavuz Sultan Selim’in elli bin kişilik ordusuyla susuz ve kavurucu çöl sıcağından geçemez, Mısır’ı feth edemez diyenler içinde bir hayaldi.
Büyük Türk hükümdarı Atilla’nın Asya’dan kalkıp, kavimler göçünü başlatması, Batı Roma’yı yıkması ve Poltova önlerine kadar ilerlemesi de hayal edilerek düşünülmüş ve sonra da gerçekleşmiş bir vakıaydı.
10.Ağustos 1920 Sevr anlaşmasıyla tamamen parçalanmış ve yıkılmış Osmanlı’nın külleri üzerinden yedi düvele karşı vuruşularak kazanılmış bağımsızlık savaşı da bir hayaldi.
Son yüzyılın en büyük savaş stratejisi ve siyaset dâhisi büyük kahraman Atatürk ve silah arkadaşlarını da; başta Vahidettin, Damat Ferit, Ali Kemal ve Anzavurlar ve İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyan ve ABD gibi dış ve iç düşmanlara göre de, Türk Devleti dirilmemek üzere ölmüştü. Onlara göre de Kuvay’ı Milliye bir çapulcu ve isyancılar güruhuydu!..
Hülasa, Turan ülküsü bir hayalle başlayan ve büyük dağların ardında ulaşılması güç nazlı bir anka kuşuna benzertik biz onu. Halâ da öyledir. Kovaladıkça kaçar, tam eriştiğini ve tuttuğunu zannettiğin yerde yine nazlanarak uçar. 80 öncesinin ülkücülüğü bir kurgusal idealizm özelliğini de koruyordu...
Çoğu zaman erişilmesi güç bir hayal alemine kanatlandırmıştır bizi. Nizam-ı Alem ülküsü veya yeniden ve tekrar yeni bir Cihan Hakimiyeti Mefküresi’nin düşüncesi vatan savunmasında canlı ve diri tutmuştur. Alman Nazi ırkçılığından çok farklı, Türk Milletini yeniden diriltme ve yaşatma mücadelesinin motivasyonu olmuştur...
Böyle düşüncelerle donanmış bir ortamın döneminde, aynı dönemde değişik branşlardan dört beş ülkücü öğretmenin, İmam Hatip Lisesine atanmasının memnuniyetsizliği bir anda ortaya çıktı.
Marksist, Leninist, Mao’cu düşünce çizgisindeki o zamanlarda aşırı sol denilen kesimle, Ülkücü kesim arasındaki mücadele, yukarıda belirttiğimiz gibi, tam da emperyalist ülkelerin ülkemiz üzerine yazdıkları senaryoya uygun biçimde devam ediyordu.
(Devam edecek)