Yazımız tamamen tarihin ve belgelerin ışığında okuyucuyu sıkmamak için takriben üç, dört bölüm halinde devam edecektir. Yazıyı kaleme almamızın sebebi, laiklik tartışmasının yapıldığı bu günlerde, Mustafa Kemal Paşa’yı gerçek kaynaklardan inceleyerek , tarihi belgelere dayalı arşivler esas alınacaktır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, ‘’ Laik Türkiye Cumhuriyeti’’ üzerinden, Cumhuriyete ve onun kurucularına, sistemli ve organize olmuş kişi ve guruplar üzerinden haksız ve hadsiz saldırılar yapılmaktadır.
Bu inceleme ve araştırma yazımız, kendilerine II. Osmanlıcı ve ‘’ Yeni Türkiyeci denilen, etnik dinci ve etnik bölücülerin’’ de içinde yer aldıkları ve gerçek niyetlerini takiyye yaparak gizleyenlerin, tarihi saptırarak yalan ve iftiralarına karşı bir cevap niteliğinde olacaktır... Dindar kardeşlerimizi tamamen tenzih ederek, yazımıza başlamak istiyorum.
Devletin temel yapısını içten içe boşaltmak ve kurucusuna karşı eleştiri altında nefret söylemlerinin odağı olan, yandaş basın ve bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla yürütülen bir kampanyadır. Halbuki, ‘’Laiklik karşıtı eylemler’’ anayasamıza göre suçtur ve Atatürk’ün tabiriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin karakteri laikliktir.
Toplumun bir kısmında, bunları yazanlar ve savunanları suçlama aracı hemen dinsizlik olacaktır. İşte burada laiklik insanların vicdanlarda olan din duygusunu yaşamanın ve yaşatmanın bir nevi koruyucusu ve sigortası olarak ortaya çıkacaktır. Bu konuyu aşağıda inceleyeceğiz.
DÜNYA’DA LAİKLİĞİN TARİHSEL TEMELLERİ
Ortaçağın Engizisyon Avrupa’sında, Ruhban sınıfından olmayanları adlandırmak için kullanılan bir terim olmuştur. Meşhur filozof, astronom, fizikçi ve matematikçi Galileo, Avrupa’da Rönesans’ın gelişimine büyük katkılar sağlamış bir bilgindir. Kilise ve Papa’nın savundukları, ‘’ dünyanın düz olduğu’’ görüşüne karşı, dünyanın yuvarlak olduğunu savunmuş ve engizisyon mahkemesinde yargılanarak, güya Kilise’nin Tanrıdan aldığı yetkiyle aforoz edilmiştir.
Ölüme giderken büyük bilgine üzülen halk kendisine sorarlar:
‘’...Sanki ne olur, dünyanın düz olduğunu söylesen de, idamdan kurtulsan...’’ Galileo’nun verdiği cevap tarihe mal olmuştur.
‘’Benim dünyanın düz olduğunu söylemem, onun yuvarlak olduğunu değiştirmez...’’
Kilise Tanrı adına ve Tanrı’dan aldığı yetkiyle, meşhur bilginin idam fermanını verir... Böylece dini otorite ( Kilise), siyasi otorite ve Krallar üzerinde tam bir tahakküm kurmuştur.
Avrupa’nın iç çekişmelerinde ve Avrupa’nın 30 Yıl Savaşlarında ki temel nedenler dinsel nitelikli savaşlardır. Protestan ve Katolik dini çatışmaları olarak görülse de, büyük devletler siyasi çıkarlar için savaşmışlardır. Avrupa’nın bu tarihi kanlı olmuştur...Hatta diyebiliriz ki; Avrupa’nın 1337- 1453 yılları arasında ki ( Yüz Yıl Savaşları) İngiltere ile Fransa arasında başlayan, 116 yıl devam eden savaşlar görünürde feodalite ve hanedan savaşları gibi görülse de ; Avrupa Krallıkları arasında vuku bulan bu kanlı savaşların gerisinde bile dini faktörlerin olduğu bir gerçektir...
Avrupa tarihinde din savaşları olarak kabul edilen bu savaşlar neticesinde, Kilisenin, Tanrı adına yönetim üzerindeki etki ve tahakkümüne son verilmiştir.
Bugünkü İslam dünyasındaki çatışmaların, katliamların, insanlık dışı yaşanan vahşetlerin temelinde, tıpkı Avrupa’nın tarihinde yaşanmış iç savaşların ve 30 yıl savaşlarının benzer nedenleri İslam dünyasında bugün yaşanan temel çekişmelerin sebeplerine benzemektedir.
Avrupa yüzlerce yıl önce Kilisenin tahakkümünden kurtulmasını bilerek yaşanan dinler savaşına son verip, din ile devlet işlerini ayırmış, Laiklik temel ilkesi benimsenmiştir...
Dini otoriteye karşı başlayan uzun soluklu savaşlardan sonra, Avrupa’da Rönesans- Reform ve Aydınlanma Dönemi başlamış ve Laik devlet modeli ortaya çıkmıştır. Bir diğer deyişle Batı’daki ‘’ Laiklik’’ kavramı ve uygulaması, devletlerin siyasetini, hukukunu, eğitimini, bilimsel kalkınmayı dinsel vesayetten kurtarma mücadelesi olarak doğmuştur...
Bu cümleden olarak, Laik devletlerde, siyasal egemenlik dini ve Tanrısal kaynaklı değildir. Laik devlette egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir. Hukuk din kurallarına göre değil de, binlerce yıllık insanlık tarihinden edinilen tecrübelerin eseri ve yansıması olarak hayatta vücut bulmasıdır.
Laik devlette eğitim usulü, dinin değişmeyen kaidelerine göre değil de, akılla, deneyle, bilim ve gözlemlerle elde edilen ve ihtiyaçlara göre zaman içinde değişebilen, insanlığın yararına sunulan bilgiye dayalı bilimsel gerçeklere dayalı eğitim modelidir...
TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN TEMELLERİ
Türkiye’de laikliğin doğuşunun temellerini Osmanlı, hatta daha da öncesi Selçuklu Türklerine dayandıran görüşler vardır.
Mesela 11.Yüzyılda Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in, Bağdat’taki Abbasi Halifesinin siyasi yetkilerini elinden alarak halifeyi sadece din işlerinden sorumlu hale getirmiş olması, din işleriyle devlet işlerinin ayrılmasına yönelik ilk uygulamalardan biri olarak kabul edilir.
İslamiyet öncesi Türklerin devlet yapısında ve anlayışında dini bağnazlık olmadığından, gerek siyaset, gerek hukuk, eğitim ve kadın, hiçbir zaman DİNİ VESAYET ALTINDA OLMAMIŞTIR.
Hatta öyle ki, bugün Afganistan’daki Taliban rejimi kadını insan yerine koymaz bir anlayış içindeyken, eski Türklerde devlet idaresinde Hakan ve Başbuğların eşleri devlet idaresinde söz sahibi olmuşlardır.
Türkler tek tanrıdan başka, ağaca, puta, kurda ,kuşa tapmamışlardır. Arapların kendi yaptıkları helvaya önce tapıp sonra yedikleri bir zamanda, Türk Milleti çok zamanlar tek Tanrı inancını korumasını bilmiştir. Adeta devlet idarelerinde adı koyulmamış Laiklik benzeri uygulamalar, yüz yıllarca önce Türklerin benimsediği bir idare şekli olmuştur.
Bu sebeplerle, LAİKLİK ADETA TÜRKLERİN KÜLTÜREL KODLARINDA YAZILMIŞ GİBİDİR. HER ŞEYDEN ÖNCE TÜRK İNSANININ DİN ANLAYIŞINDA VE ANADOLU MÜSLÜMANLIĞINDA DİN BAĞNAZLIĞI YOKTUR....
Konuya OSMANLI’DAKİ uygulamalarla devam edelim. Esasen Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yıldaki yönetim biçimini irdelediğimizde, Osmanlı Devleti’nin klasik manada bir DİN DEVLETİ OLMADIĞINI GÖRMEK MÜMKÜNDÜR...
Şöyle ki: Osmanlı’da sadece ŞER’İ HUKUK yoktur. Bunun yanında yerleşmiş bir ÖRFİ HUKUK UYGULAMASI DA vardır. Yani Padişah ve Halifeler bir çok konularda şeri hukukun dışında, örfi hukuk uygulamalarına da başvurmuşlardır.
1839’da Tanzimatın ilanında Laikliğe doğru adımlar atılmaya başlanmıştır. Tanzimat fermanıyla kısmen de olsa Batı Hukuku rehber alınmaya başlanmıştır. Tanzimat’ın en önemli hükmü, ‘’ Herkes kanun önünde eşittir...’’ ilkesini getirmiştir.
Bu Laiklik düzeninin en temel ve en bariz uygulamasına geçiş sayılır. Hukukçu olanlar bu maddenin tefsirini çok iyi bilirler...Dini hukuk alanı dışında, 1840’da Ticaret Hukuku, 1858’de Ceza Kanunu, 1858’de Arazi kanunu, 1863’de Ticareti Bahriye Kanunlarının kabulü ile Osmanlı’da dini şeri hukuk dışında laik bir hukuk sisteminin gelişmeye başladığı görülür...
Gelelim 1876 Birinci Meşrutiyet ilanına. En önemli husus, dini hukuk dışında tamamen bağımsız KANUNİ ESASİ kabul edilmiştir. Kanuni Esasi’de her ne kadar, devletin resmi dini İslam, Padişahın da Halife olduğu belirtilmiş olunsa da; Kanuni Esaside geçen, ‘’ Anayasa- kanunların gücü- Meclis ve yapısı- mahalli ve milletvekili seçimlerinin kabul edilmesi ve en önemlisi de Milletin egemenliği’ne...’’ vurgular yapılması gibi Batı siyaset ve hukuk kavramlarının yeni anayasaya girmesi, Osmanlı’da laik sisteme doğru atılan en önemli adımların başında gelir...
Ahmet Cevdet Paşa’nın meşhur 16 ciltlik MECELLE’İ AHKAMI ADLİYE BU DEVİRDE KABUL EDİLMİŞTİR. Mecelle her ne kadar Hanefi Mezhebi fıkıh kurallarına dayansa da, düzenleniş ve sistematik olarak BATI HUKUKU ESAS ALINMIŞTIR.
Laiklik uygulamaları adım adım Osmanlının siyasi ve idari yapısında gittikçe yerleştiği görülür. 19. Yüzyılda, Osmanlı’nın eğitim, harbiye kurumları Batı kurumlarını örnek almıştır. Bu devirde ‘’ Mülkiye- Harbiye- Hukuk Mektebi ve Darülfünün...’’ gibi yeni okullar müfredata girerek, dini ilimlerin yanı sıra pozitif ilimlere yer verilmeye başlanmıştır. Bu değişimlerin oluşumunda Osmanlı aydınlarının çağdaşlaşmada büyük katkıları olmuştur. JÖN TÜRKLER, bu akımın yerleşmesinde ön plandadırlar.
İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN LAİKLİK YÖNÜNDE UYGULAMALARI
Cumhuriyetten önce, İTTİHAT VE TERAKKİ HÜKÜMETİ, ZİYA GÖKALP’IN LAİK BAZI DÜŞÜNCELERİNİ HAYATA SOKMUŞTUR. 1917’DE ŞEYHÜLÜSLAM HÜKÜMET ÜYESİ OLMAKTAN ÇIKARTILMIŞTIR. DEVLEYİN LAİKLİĞİ BENİMSEMESİNİN BELKİ DE EN ÖNEMLİ ADIMI BU OLMUŞTUR. DAHASI VAR.
TÜM İDADİ MEKTEPLERİ YANİ İLK OKULLAR, ŞERİAT MAHKEMELERİNDEN ALINARAK EĞİTİM BAKANLIĞINA BAĞLANMIŞTIR. 1917’de Aile Kanunnamesi ile evlilik için İMAM NİKAHI ZORUNLULUĞUNA son verilmiştir. Kadın hakları konusunda bazı laik uygulamalara izin verilmiştir...
Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına 5 Şubat 1937 yılında girdi. Fakat laiklik yönünde uygulamalarının kökleri Cumhuriyet öncesi dönemlerde araştırılmalıdır. Osmanlı Devletinde laikliğe yönelen adımların İttihat ve Terakki yönetimi döneminde hız kazandığı görülür.
Birinci Dünya savaşı yıllarında Ziya Gökalp’ın fikir babalığını yaptığı bazı önerilerin kanunlaştırılmıştır. Ziya Gökalp, din ve laiklik konusundaki fikirlerini değişik yayın organlarında dile getirmiştir.
Gökalp, her tarikatın, her mezhebin, kendisini şeyh, şıh, din büyüğü ilan eden her kimsenin, yüce İslam’ı kendilerine göre yorumlayarak, halkın üzerinde taban oluşturmak, devlet yönetiminde söz sahibi olabilmek ve şahsi menfaatler için dinin kullanıldığını daha o yıllarda görmüş olması, laiklik yönünde çalışmaların yoğunlaşmasına sebep olmuştur...
Ziya Gökalp’e göre Türklerin diğer Müslümanlardan farklı, kendilerine has bir İslam anlayışı vardır. Araplar başta olmak üzere, bir çok İslam toplumu Allah’ı korku ve gazap kaynağı olarak görürken, Türkler Allah’ı şefkat ve sevgi kaynağı olarak kabul etmektedirler. İslam dininde ikrah ve baskı olmaması, ferdin ‘’ aracısız’’ doğrudan doğruya Allah’a karşı sorumluluk taşıması gerektiğini düşünen Ziya Gökalp şu görüşleri ileri sürmüştür:
‘’ Fiili olarak ortalıkta, dini yalnız zühd ( Allah’a ulaşmada Müslüman kişinin takınması gereken, tavır, ihlas, takva olarak açıklayabiliriz) ve ibadetten ibaret diye kabul eden zahitler ( dinin yasak ettiği şeylerden sakınan) vardır. Bir taraftan da imanları kuvvetli olmakla beraber, Allaha’a layık olmanın yolunu bizzat aramak isteyen müminler..
Biz, zahitlerin mescitlerine giderek vakitlerini züht ve ibadetle geçirmelerini sevgi ve saygıyla karşılarız, fakat onlar da bizi baskı altına tutmaya kalkışmamalı, camilerde toplanarak ruh ve vicdanlarımızı yükseltecek yolda münakaşalara girişmememizi ve fiili suretle hayır işlemeyi ve şerden kaçmayı ön plana almamızı hoş görmelidirler...’’ 5- Yalman , s.279 ( Sinan Meydan age, s, 437 ve dv...)
‘’... Gökalp’e göre Osmanlı’da insanların dinlerine göre ( Müslüman, Hristiyan, Musevi...) yaşamakta özgür oldukları, herkesin dininin gereklerini özgürce yerine getirip getirmeme hakkına sahip olduğunun düşüncesiyle, eğer İslam dini kişilerin yaşayışında, çağdaşlaşma ve toplumun yükselme çabalarında ilerletici bir güç olacaksa bunun ancak hukukun, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla mümkün olacağı görüşünü savunmuştur...
Din işlerini, vicdan ve itikat alanına, hukuk işlerini de dünyasal alana ayırmanın tezi üzerinde durmuştur. Ancak böyle bir ayrım olduğunda, dinin toplumsal gelişmede itici bir rol alabileceğini düşünmüştür.’’ (6- Berkes,age, s.442-443.) Din, Diyanet ve dünyevi işlerin ayrımlarıyla Ziya Gökalp, Türk Laiklik sistemi kuramcılarının başında gelir...
Atatürk’ten önce, bazı Osmanlı aydınlarının laiklik konusunda fikir ve tavsiyeleri de önemlidir. Bunları anlamadan, bilmeden Mustafa Kemal Atatürk’ün 1937’de Laikliği anayasaya koymasının tarihi, toplumsal, temel ve fikri nedenlerini bilmeden, araştırmadan, koyu bir dini taassupla Atatürk’ü ‘’ Din düşmanı...’’ gibi göstermeye çalışmak, bugünkü Siyasal İslamcılar’ın hedefi haline gelmiştir...
Yaşadığı çağda yüz yıl sonrasını görebilen Atatürk’ün dini bilgileri, okuduğu dini kitaplar, din alanında ki düşünceleri ve bilimle çelişmeyen Kuran’ı Kerim’ın kutsal ayetlerini yorumlamasındaki isabet ve gücünü, din hakkındaki görüşlerini, kendisini tanıyan ve inceleyen din alimlerinin açıklamalarında mevcuttur.
Hatasız insan yoktur, eleştirilmekten münezzeh kimse de yoktur. Hiçbir insan ulu da değildir, put da değildir... Fakat aslına ters düşen ve tarihi saptıran yalan ve iftiralar, ilmi gerçeklerden yoksun ve gerekçeleri zayıf olan kıt, kanaat bilgilerle, hiç kimsenin kendisini din uleması ve dindar, devletin kurucusunu da ‘’ ayyaş ve dinsizlik...’’ imasıyla suçlamaları karşısında sessiz kalamamak vatani borçtur...
Osmanlı’da laiklik düşüncelerinin zaman içinde peyder pey nasıl geliştiğini incelemeye devam edelim:
Laiklik düşüncesi Jön Türklerde, İttihat Terakkide ve bunlardan önceki devletin idari yapısındaki yapısal değişiklere yön veren bazı Osmanlı aydınlarının düşüncelerini de bilmek gerekir.
Mesela; devrin Osmanlı aydınlarından Ali Suavi ve Mustafa Fazıl Paşa din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini Padişah Abdülaziz’e mektup yazarak laikliğin öneminden bahsetmişlerdir. Fazıl Paşa Padişah’a yazdığı mektubunda özetle:
‘’....Milletin hukukunu, haklarını belirleyen ve sınırlayan din ve mezhepler değildir. Öyle ki, din ve mezhepler kişilere ahiretin nimetlerini vaat eder. O halde din, ezeli hakikatler olarak yerinde kalmazsa, yani din dünya işlerine müdahale ederse, her şeyi mahveder ve kendisi de yok olur...’’ diyerek Padişah’a laikliği savunmuştur. Türk Devrim Tarihi, Şerafettin Turan, 3. Kitap, s.43 ve dvm...)
Atatürk’ün devrim fikirlerinin arkasında yatan güç ve inanç, dini asla inkar etmeksizin akıl ve bilim yoluna işlerlik kazandırmak düşüncesi hakim olmuştur. Yüz yıl önce de ve yüz yıl sonraki bugünkü halde de, İslam dünyasını çöküşe götüren sebepleri Atatürk’ün iyi incelemiş olduğu, okuduğu kitaplarda aldığı notlarda görülmektedir.
Tarihten gelen ve yapay bilgilerden oluşan, Kur’anın ve bilimin onaylamadığı hurafe ve düşüncelerden kurtulmayı toplumun kalkınması ve selameti için ilk şart olarak düşünmüştür Gazi Mustafa Kemal.
Din sınıfından oluşan ve toplumu yönlendirmede ehil olmasa da etkili sayılan sayılan Şeyh, Şıh, Gavs, tarikat ve cemaat önderlerinin ileri sürdükleri fikir ve düşüncelerini, Kur’ana ve bilime uydurmak yerine, Kur’anın hakikatlerini ve bilimin gerçeklerini kendi yararlarına uydurmaya uğraşarak, kelime ve laf oyunlarıyla hakimiyet sağladıkları tarihimizde vakıadır, yakın zamanda ve günümüzde görülmüştür... ( İlk okulu bile zor bitiren fötö’nün yalan, dolan ve takiyyeleri ile genç kuşakları nasıl aldatarak devşirdiği fetö macerasında görülmüştür!...)
KUR’ANI KERİM’İN İNSANLIĞA VERDİĞİ MESAJ
Kur’an yüzlerce ayette aklın önemine ve kullanılmasına vurgu yapar. Fakat gel gör ki İslam dünyasında ve hatta ülkemizde de, bazı kişi ve çevreler aklı hafife alıp, devre dışı bırakılmasını isterler. Çünkü aklını kullanan insan, düşünen insandır. Eleştiri yapar, sorgular. Her söylenene inanmaz, doğruyu ve yanlışı araştırır.
Eğer Kur’an haşa insan sözü olsaydı, aklı hafife almak ve sorgulanmamasını isterdi. Halbu ki Kur’an ayetleri tam aksine aklı yüceltir, inancın merkezine taşır. Aklını kullanmayanları kullanmak da kolay olur. Allah ( CC) insandan akıl ve gönül ile kendisine teslimiyetini ister. Bazı kişiler ise, din adına aklın işlevsiz kılındığı bir teslimiyet bekler.
Akılsız teslim olanlar da kendisinden her istenileni yapar, her söylenenlere inanır. Yaptığı işleri de Allah rızası için yaptıklarını zanneder. Bu kişiler eğer inanç varsa, akla yer olmadığına, akıl ile hareket edildiğinde ise inancın zayıflayacağını ve olmayacağını iddia ederler.
Geniş kitleler üzerinde taassuplu zihniyetlerini, okul çağından itibaren körpe akılları kandırarak, devlet idaresinde hakimiyet sağlamalarının tehlikelerini, Atatürk yıllarca önceden görmüştür. İslam coğrafyasının resmini çekerek, panoramasını çok iyi tahlil ederek, Devletin idaresi ile, din işlerinin birbirinden ayrılmasının zarureti olduğuna inanmıştır...
Yüce kitabımız Kur’anı Kerim kendisine iman edenlerin ancak, Allah’tan başka bir kudretten korkmamalarını ister. Maalesef tarih boyunca din bilginleri haricinde ki din sınıfı dediğimiz, dincilik yapanlar, din tacirleri, İslam’la alakası olmayan şirk bataklığını üretmişlerdir.
Bu yüzden yüce İslam, ne din sınıfına izin verir, ne de din adamlığı diye bir mesleğe izin verir. Kur’anda hiçbir ayette kelime olarak bile din sınıfı veya din adamları tabiri yoktur...
Cami hutbelerinde, helallerden, haramlardan bahsetmeyen, hırsızlığın, yetim hakkı yemenin günahını açıklamayan, devletin ve milletin malından, beytül maldan bir hırka bile çalanların savaşta ölse bile şehit olamayacaklarını söylemeyen, kendileri kat kat zenginleşirken, halka fakir olmanın nimetlerini anlatanlar, israftan, adam kayırmadan, haksızlıktan korkmayanlar gerçek dindar olamayacaklardır.
İndirilen Kur’anın mesajını halktan saklayarak, Allah’tan korkma yerine, biat ettiklerinden korkanların açıkladıkları din, İslam değil uydurulan dindir!.. Kendi uydurdukları dine inanların müşrikleşmesi, Müslüman kimlikli kitleleri de müşrikleşmeye özendiren adımlar olduğunun muhasebesini yapmayanların, ‘’ laikliği, dinsizlik gibi...’’ gösterme gayretleri hiç de inandırıcı sayılamaz.
(Devam edecektir)