Yok yağdı...
Yok yağacak...
Yağdı ama denize gitti...
Efendim kar olmazsa kuraklık kapıda, barajlar kurudu...
Halbuki biz İstanbul’un su sorununu önümüzdeki 30 yıllığına çözmüştük.
Siz bu söylemlerle ne yapmak, nereye varmak istemektesiniz?
Beyler ben bu kadar strese dayanamam...
Dedim, “böyle hırıl hırıl öleceğine git soğuğun kışın memleketine, koy yesin kurt seni.”
Atladım ikinci uçağa istikamet Kars... (Birincisi hem pahalı, hem de aktarmalıydı.)
Vay arkadaş...
Bende soğuk memleket çocuğuyum ama buranınki bildiğin zulüm.
Havaalanından çıkıp otel varana kadar bakışlarım bile dondu.
Ölü balık gibi baktım etrafıma bir zaman.
Burada maske kullanımına acayip rağbet var. Kimse ihlal etmiyor yasağı.
Meğer soğuktanmış, maskeyi çıkarırsan 7 saniyede donuyor ağzın burnun.
Yani kızlar dudak büzüştürüp selfie çekilecek yer değil burası.
Kars’ın her şeyini severim.
Yağı, balı, kaşarı, kazı...
Ama ille de şivesi...
Bayılırım Kars’ın şivesine.
Üç hafta sonra anlamaya başlıyorsun konuştuklarını.
Yabancı dil gibi.
Ama işin güzel tarafı onlar bunun farkında değiller.
Onlar İstanbul Türkçesiyle konuştuklarını sanıyorlar.
Köyde yeni tanıştığım bir abiyle sohbet ederken, “Cezayir’de inşaatta çalışırken Arap bir arhadaşım varidi, İstanbul’da meştep ohimiş, çoh gözel türşçe gonişirdi, tıphı meni kimin” dedi.
Benim “Türkçemin” ona göre ne kadar bozuk olduğunu düşünüyorum hala...
Tarihi ve kültürel yanlarıyla da inceleme fırsatım oldu bu serhat şehrimizi.
1918’e kadar 40 yıl Rus işgalinde kalmış.
“Allah’tan kalmış” demekten alamıyor insan kendini, o zamandan beri yapılmayanları görünce.
Selçuklu ve Osmanlı eserleriyle övünmek daha akıllıca geldi bana.
Neyse onları yazıp sizi sıkmayacağım.
Ben burayı sevdim ama, İstanbul’dan ayrılmamla yağışların başlamasını ilişkilendirip, beni uğursuz ilan ederler endişesiyle geri dönüyorum.
Bileti sokağa çıkma yasağına denk getirdim izdiham olmasın diye.