Prof.Dr. Halil İnalcık’ın, “Rönesans Avrupası” adlı (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 2011) kitabından yararlanarak çıkarttığım özet ve alıntılar sayesinde daha önce altı köşe yazısı yazmıştım. Araya başka yazılar girdiğinden son yazımı şimdi tamamlayabildim.
“1447’de papa seçilen V.Nicholas bu mevkiye hümanist şöhreti sayesinde gelmişti. Onun yerine geçen papa II.Pius (1458-1464) Papalık tahtına yerleşen hümanistlerin ikincisidir. 1484’te papalığa yükselen VIII.Innocent’in bir çok karısı vardı. Diğer taraftan papalar, Hıristiyanlığın fakirlik, alçakgönüllülük, ahrete bağlılık esaslarına aykırı davranarak, Rönesans ve Hümanizm hareketinin başlıca koruyucuları olmuşlardır.
Rönesans toplumunda İtalyanlar için, geçmişi rezaletlerle dolu, erdemden, ahlaktan yoksun, maddeye tapan bu insanların Kilise Devleti’nin başına geçmesi şaşkınlık uyandırmıyordu. …Papalığın içine düştüğü bu durum Hıristiyan dünyasını altüst eden büyük dinî devrimi, Reform hareketini doğurmakta gecikmeyecekti.
Samimi Hıristiyanlar kilisenin, esas amaçlarından uzaklaştığını, bir çok yolsuzluklara bulaştığını görmekteydiler. …Başlıca yolsuzluklar şunlardı: Papalar, dini-uhrevi amaçlarını kullanarak kendilerini dünyevi şeylere adıyorlardı. Kiliseyi kuvvetli bir devlet haline getirmek için en adi siyaset araçlarına başvuruyorlardı. …Gerçekten, Papalık 16.yüzyılın ilk çeyreğinde güttüğü etkin politika sayesinde İtalyan devletlerinin en kuvvetlilerinden bir haline gelmişti. Fakat bu amaca ulaşmak için papalar siyasi araçları kullanmışlar, her türlü savaşı meşru görmüşler, sonuçta da bu hareketler onların ruhani kimliklerini lekelemişti.
İtalyanlar, Hıristiyan dünyasının merkezi olan ve imparatorların gelip taç giydikleri Roma kentine, hâlâ “İmparatorların dünya efendisi olan Roma” gözüyle bakıyordu.
…Rinascita kavramı sanatın katı şekiller haline girerek donmuş olan Yunan-Bizans tarzından kurtarılması anlamını ifade etmektedir. Ranke, “Milletlerin doğal bilinci ve ana hatları dahilinde başından geçenlerle her şey izah edilmelidir.” diyordu.
Lorenzo Valla 1431’den itibaren dönemin bütün dinî, felsefî sistemlerinin eleştirisine girişti. Dinin yalnız bir inanç işi olduğunu göstererek skolastiği tamamiyle çürüttü. Böylece ince bir güzellik duygusunun ve rasyonel bir düşünüşün geçerli olduğu yüksek bir çevre oluşmuş bulunuyordu.
15.yüzyılın sonuna kadar İtalya’da Rönesans’ın merkezi Floransa’dır. Floransalı Dante, Bocaccio ve Petrarca, Floransa lehçesini İtalya’nın edebi dili haline getirmişler ve Rönesans’ın bu müjdeleyicilerinden sonra en büyük temsilcileri, yani Machiavelli, Brunellesco, Donatello, Leonardo da Vinci, Michelangelo burada yetişmişlerdir. Floransa’nın Rönesans’ın merkezi olmasında en büyük hizmeti Mediciler ailesi görmüştür.
Medicilerin düşünce ve uygarlık tarihinde en büyük hizmetlerinden biri, Floransa’da Platon felsefesinin merkezi olarak Akademi’yi kurmaları olmuştur. …Böylece İtalyan fikir ve felsefesinde Platon-Aristo tartışması ön plana çıktı. Böylelikle Yunan felsefesi daha derin ve esaslı bir şekilde araştırılıyor ve derinleşiyordu. …Bu idealist felsefenin yalnız İtalya’da değil, bütün Avrupa düşünce hayatında derin etkileri olmuştur. (Pico della Mirandola Yunancadan başka İbranice biliyordu ve Kur’an’ı aslından okuyabilmek için Arapça da öğrenmişti.)
VII.Charles’in Reformları: Kral, her şeyden önce gerçek bir orduya gerek duyuyordu. Daha 1445’te daimi bir ordunun çekirdeğini kurmuştu. (Osmanlılar Yeniçeri daimi ordusunu 1360’larda kurmuştur.)
Flandre, Brabant kentleri Fransız yönetimini istemiyorlardı. Ölen Bourgogne dükünün kızı Marie, Alman imparatorunun oğlu Maximilian’a verildi. (1477) …Marie, 1482’de bir kaza sonucunda ölünce oğlu Phillie’i prensleri olarak tanıdı ve babası Maximilian’ı Phillipe’nin varisi olarak kabul ettiler. XI.Louis, …özellikle İtalya’da Fransız etkinliğini artırmaya dikkat etti. Kız kardeşini Savoy dukasına vererek burasını kendi egemenliği altına aldı. XI.Louis arkasında 13 yaşında bir çocuk olan VIII.Charles’i bırakmıştı. Aslında kız kardeşi Anne ile kocası Pierre de Beaujeu’nun kontrolü daima ellerinde bulundurmaları, naiplik döneminde herhangi bir sarsıntıya yer bırakmadı.
Özellikle, Luxembourg hanedanı 1382’den itibaren, yani Sigismond’un Macar tahtına geçmesinden sonra Bohemya ve Macaristan’ı birleştirmişti. Ancak Sigismond’un ölümünden sonra II.Albert ile Habsburglar, Alman prensleri tarafından tekrar imparatorluğa seçildiler. Albert aynı zamanda Sigismond’un kız kardeşiyle evlendiği için onun ölümünden sonra Bohemya ve Macaristan taçlarını da almıştı. (1437)
III. Frederik, …Habsburgların gelecekteki büyümesini hazırlayanlardan biri oldu. 1477’de oğlu Maximilian’a ölen Bourgogne dukasının kızını aldı ve 1486’da onu “Romalılar Kralı” seçtirdi. Bu durum, kendisinden sonra Maximilian’a imparatorluk tacını garanti ediyordu.
Fakat Jeanne d’Arc’tan sonra Fransa’nın kalkınması ve İngilizleri Fransa’dan sürmeye başlaması üzerine, İngiltere bu amaçsız savaşın yükünden rahatsız olmaya başladı. İç savaş patlak verdi. 1485’te Tudorların tahta geçmesiyle savaş sona erdi. …Lancasterlerle akrabalığı olan Henry Tudor, …VII. Henry adıyla kral ilan edildi ve IV. Edward’ın kızı Elisabeth ile evlendi. Bu evlilikle iki aile birleşmiş ve İkigül Savaşı da son bulmuş oluyordu.
15.yüzyıl ortasında İngiltere’de devletin gerçek hâkimi büyük soylulardı. Bütün İngiltere’nin toprak serveti, dört beş feodal aile elinde toplanmış bulunuyordu. …İşte bu büyük baronlar, Fransa’da Yüzyıl Savaşları bittiği için, iki cepheye ayrılarak bir iç savaşa atıldılar. …Bu boğuşma sonucunda asilzade sınıfı çökecek ve İngiltere’de Avrupa kıtasında olduğu gibi mutlak krallık, yani monarşi yönetimi kurulacaktır.
Genel siyasi koşullar göz önüne alınırsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya milletleri arasında Avrupa ile doğrudan doğruya ilişki içerisinde bir devlet olmasından dolayı, Avrupa’daki derin değişikliklerden en çok etkilenen millet olması doğaldır. Avrupa’daki bazı yenilikler Osmanlı İmparatorluğu’na da sızmaktan geri kalmamıştır. Osmanlılar, eskiden Avrupa kültüründen üstün olan İslâm kültürü dairesi içinde bulundukları için Avrupa ile sıkı ilişkilerine rağmen, gelişen yeni uygarlık akımlarına karşı uzun süre kendi içinde kapalı kalacak ve direnç gösterecektir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal ve ekonomik tarihçiliğin öne çıkması sonucu, Osmanlı arşiv belgeleri büyük önem kazanmıştır. Vaktiyle imparatorluk sınırları içine girmiş, bugün sayıları yirmiyi aşan memleketin geçmişteki nüfus, ekonomi ve idaresini sistemli biçimde ayrıntılarıyla kaydetmiş olan Mufassal Tahrir Defterleri’nin bir eşi ya da benzeri hiçbir Avrupa arşivinde bulunmamaktadır.”