Birkaç haftadır, Çağıl Çayır’ın “Cermen’ Runik Yazısının Türk Kökeni” adlı eserinden bahsetmekteyim.
Runik harflerin, başlangıçta Türkler’le bağlantısının kabul gördüğü, ancak İstanbul’un fethinden itibaren güçlü bir Türkofobi sonucu bağlantının inkâr edildiği anlaşılıyor. Ancak, daha sonraki tarihlerde de bu tartışmalar devam etmiş.
Bahse konu tartışmalara kısa kısa değinmek istiyorum: “…Alman Sibirolog H.Werner: ‘…Asya ve Cermen runik yazılarının benzerliği, iki dünya arasında (Eski Cermen ve Eski Türk)…, runik yazı dönemi öncesinde, benzer gelişim eğilimlerine neden olabilecek bir tür temas olduğunu düşündürüyor(s.17-18)’.
…eski Türk yazısı hâlâ göz ardı ediliyor. Tercih edilen tezler Cermen yazısının kökenini Etrüsk, Yunan, Latin veya Fenike alfabesine bağlıyor. Ama hiçbir tez kesin olarak kabul edilemiyor (s.20).
Runik yazı 15.yüzyıla kadar Danimarka, Norveç, İsveç, İzlanda ve Grönland’da biliniyordu ve ender olarak 18. ve 19.yüzyıla kadar bilginler arasında ‘taklit’ ediliyordu (s.25).
…İsveç ordusunun Alman asıllı subayı P.J. v. Strahlenberg’in esir olarak Sibirya’ya götürülmesinin ve orada ‘runik’ yazıtlar bulması…(s.36) Stockholm’e döndükten sonra Sibirya’daki keşiflerinin yayınını hazırladı. 1730 tarihli anıtsal araştırma raporunda, Türk dil coğrafyasını ve Fin-Ugor dil akrabalığını keşfetmiş,… Sibirya’daki bilinmeyen yazıtlar hakkında bilgi vermişti. …Sibirya anıtlarını runik taşlar olarak adlandırıyordu… (s.37).
v.Strahlenberg yukarıda ‘anlatılanların hepsini’ Sibirya’da bulduğunu bildiriyor. Bununla beraber diller arasındaki paralelliklere dikkat çekiyor ve şunu anlatıyor: ‘Burada özellikle fark ettim ki Türkçe Eski Alman, Got, Kelt ve İngiliz dilleriyle Legerus’un (Leibniz) düşündüğünden …çok daha yakın akraba olmalı. Bu nedenle bazı yazarların ‘Franklar ve Türkler eski zamanlarda tek bir halktı’ demelerini küçümsememek lazım (s.38).
İsveç’teki klasik Gotçular başlangıçta runik yazının İncil dönemindeki İbraniceden türediğini düşündüler. Buna karşın Messenius, Asya ve İskandinavya arasında sürekli bir kültürel alışveriş olduğundan yola çıktı. Sparwenfeld runik yazının Kaşgar’da, Türk elinde, Odin tarafından icat edildiğini çıkardı… v.Strahlenberg’in yayınıyla özellikle Mallet, Lagebring ve Suhm ortaçağ göç destanlarını, yani runik yazının Türk kökenini ve halkların akrabalığını yeniden hatırladı. Dolayısıyla Sibirya runik yazıtların Türkçe olarak nitelendirilmesi 18.yüzyılda gerçekleşti… Bundan sonra, ortaçağ göç destanları yine ihmal edildi ve Sibirya yazıtlarını nitelendirmek için kullanılmadı (s.98).
…Özellikle Rask, Strahlenberg’in Ural-Altay dilleri (s.55) teorisine katıldı ve bir ana dilinin Sibirya ve Orta Asya’dan Amerika ve Avrupa’ya yayıldığını açıklayarak bazı açılardan bunun ötesine geçti: ‘…Asya’nın en kuzeydoğusundan, tüm Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’ya kadar Rask’ın İskit olarak adlandırdığı ve Moğolların, Tatarların, Türklerin, Finlerin vb. ana sınıflarını oluşturduğu bir ırk, sayısız kabileleri ve kollarıyla uçsuz bucaksız alanları doldurdu’.
Wimmer, yanlış bilgilere dayanarak Sibirya alfabesi yerine Latin alfabesini runik yazının kökeni olarak öne sürdü. Buna Alman tarihçi L.Wilsner şiddetle itiraz etti ve Sibirya’daki gerçek bulgu durumuna dikkat çekti: ‘…runik harflerin Latin alfabesinden türetilmesi konusundaki görüşüne katılamayız. İşte bu en eski işaretler, tüm eski Avrupa alfabelerinde bulunuyor ve yakın zamanda Sibirya'da Yenisey Nehri boyunca Fin araştırmacılar tarafından keşfedilen bir dizi oldukça ilginç yazıt, 40 işaret arasında yaklaşık 16 Cermen runik harf içeriyor ve Helsingfors’taki Profesör Aspelin’e göre kısmen Bronz Çağı’na aitler’.
M.A.Castren’in tüm Fin halklarının Altay kökenli olduğu fikri, özellikle Fin araştırmacılarını Sibirya’daki Finlerin tarih öncesine dair kalıntıları araştırmaya teşvik etti. Özellikle Fin arkeolojisinin kurucusu J.R.Aspelin, Sibirya’daki runik benzeri yazıtların hedefli bir şekilde keşfedilmesini ve araştırılmasını sağladı. Burada 1883 yılında Helsinki’de kurulan ‘Fin-Ugor Cemiyeti’ Finlerin tarih öncesini araştırdı (s.56-57).
…Şans eseri yerel araştırmacı N.M.Yadrintsev Moğolistan’daki Orhon Nehri vadisinde runik, Uygurca ve Çince yazılı iki dilli bir anıtın parçalarını buldu. Moskova’daki 8.Arkeoloji Kongresi’nde ‘Moğolistan’daki keşfi’ paylaştı ve diğer bulguların yanı sıra Aspelin ve Donner’e detaylı bilgiler verdi. Donner’in 1889’da Yenisey’deki yazıtların ‘nispeten eksiksiz ilk külliyatını’ yayımlamasından sonra, Fin etnolojisinin kurucularından biri olan A.O.Heikel 1892’de bu sefer Orhun yazıtlarına dair yeni bir Fince runik yazıt albümü yayımladı (s.60-61).
…Thomsen ve Radloff kendilerini yazıtların çevirisine adamışken, Alman Türkolog W.Bang ‘runik’ terminolojinin kullanımına karşı yazıtları ‘Köktürkçe’ olarak adlandırdı. Bu zamandan itibaren eski Türk anıtlarının incelenmesi Türkoloji’de özel bir dal haline geldi… (s.62).
Daha sonra Katerina’nın yazı araştırmalarını teşvik etmesinin ardından Meiners, Pallas, Tychsen, Sjöborg, özellikle Grimm, ama aynı zamanda Spassky, Abel-Remusat, Klaproth ve Rommel Sibirya yazıtları ve Avrupa runik yazısı arasında bağlantı kurdular. Ancak v.Hagenow bulguları yine inkâr etti. Geeijer ise bulguları kabul etti. Ancak çelişkili bir şekilde runolojiden dışlandı.
Liljegren ise yazıları yeniden bir araya getirdi ve Legis Sibirya ‘runik’ yazıtların kökenini Vikingler aracılığıyla Avrupa’dan geldiğini varsaydı. Ritter ise yine ortaçağ göç destanlarına atıfta bulunarak runik yazının izini Orta Asya’daki kökenlerine kadar sürdü ve Sibirya ‘runiklerinin’ Türk boylarına ait olduğunu söyledi. …Özellikle Castren, halkların ırk ayrımına karşı çıkarak Finlerin kökeninin Altaylarda olduğunu öne sürdü ve bu da Finlandiya araştırmacılarını özellikle Sibirya’daki tarihi bulguları araştırmaya teşvik etti.
Bu arada insanlığın kökeninin Asya’da olduğu varsayılsa da özellikle Herder, felsefi nedenlerle Türkleri Avrupa tarihinin dışında bıraktı. Hegel ise tarih felsefesinde tüm Sibirya bölgesini dışladı… Wimmer’in Sibirya ‘runik’ yazıtlarını inkâr etmesinden 19 yıl sonra, Kopenhag’daki yurttaşı ve meslektaşı Thomsen’in onları Türk dilinin en eski yazılı kaynakları olarak deşifre ettiğini belirtmek gerek (s.98-99).
Ancak Wimmer yazıları yine de karşılaştırmadı ve Thomsen yazıların tesadüfen birbirine benzeyebildiklerini varsaydı. Bu tahmini daha sonra doğrulanmadan gerçek olarak kabul edildi. Böylece 18. ve 19.yüzyılların kapsayıcı yaklaşımları göz ardı edildi ve yazıların ve halkların ayrılığı daha da belirginleşti. Daha sonra yeni bir disiplin olarak Türkoloji kuruldu, ancak bu disiplin runolojiden izole edildi. Eski Türk yazısının deşifre edilmesi, Türk tarihinin kaynaklarını birdenbire bilinmeyen tarihi öncesi dönemlere doğru genişletti…
Sonuç olarak Türklerin ve Cermenlerin birbirine yabancı oldukları temel varsayım geçersiz hale geliyor. Dolayısıyla erken yeniçağın başından beri halkların ve yazıların ayrıştırılmasına dayanan tarih biliminin ve runik araştırmalarının temelden yanlış oldukları görülür. Aynı zamanda, eski Türk yazısı ve Avrupa runik yazısı ile halklar ve kültürler arasında tarihsel bir bağlantı olduğu varsayımına ilişkin kanıtlar o zamandan bu yana arttı ve araştırmacıların çoğu tarafından kabul edildi (s.100-101)”.
Haftaya devam…