Daha önce okuduğum “İmamı Azam Ebu Hanife” (d:699-ö:767) isimli, rahmetli Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk’ün eserini (Yeni Boyut Yayın. İstanbul-2009, 18.Baskı), içeriğindeki bilgileri hatırlamak amacıyla Ramazan’da yeniden okudum. Fırsat buldukça eskiden aldığım kitapları tekrar okuyorum.
İslâm Tarihi’ni bilmeden “ahkâm kesmek!” doğru değil. Öğrenmek için okumak lâzım. Emevilerin, Abbasilerin saltanat dönemlerinde Peygamberimizin aile ferdlerine, Müslümanlara -özellikle Müslüman Mevali’ye- yapılanları bilmek gerekiyor.
Kitaptaki “Mevali’nin Ölümsüzlük Sırrı: Hüccet Yaratmak” başlıklı yazı (s.179-182) dikkatimi çekti. Arapça olan “Hüccet” sözcüğünün ve karşılığı “Kudret”in ne anlama geldiğini makaleden alıntılarla öğrenelim.
Öztürk Hoca makaleye Halife Me’mun’un şu sözüyle başlamış: “Hüccetle galip gelmeyi kudretle galip gelmeye tercih ederim. Kudretle galebe ölümlüdür; hüccetle galip gelmenin ise zevali yoktur.”
“Hüccet, kelime anlamıyla kanıt demek… Kur’an’da, türevleriyle birlikte 20’den fazla yerde geçen ‘Hüccet, tartışılan veya amaçlanan şeyi apaçık ortaya koyan tanık, kanıt ve gösterge demektir.’
Kur’an, kendi mensuplarına şu emri veriyor: ‘İnsanların elinde, sizin aleyhinize bir hüccet bulunmasın. Onların zulme sapanları müstesna… (Bakara, 150; Nisa, 165)’
Kur’an’ın dikkat çektiği incelik şu: Eğer hüccetle galip iseniz, sizi ancak zulme başvurarak susturma yoluna gidebilirler. Ama bu yol, geçici, aldatıcıdır. Uzun vadede, hüccete sahip olan kazanır. Ölümsüz egemenlik, hüccetindir. O halde, insan için önemli olan hüccet önünde yenik düşmemektir. Kudret önünde yenik düşmek, insanı küçültmez.
Başlık altındaki sözün sahibi ve Abbasîlerin en seçkin halifesi olan Me’mun (ölm.833), tabir yerinde ise ‘kısmen Mevali’ idi. Arap asıllı olmayan cariye bir anneden doğmuştu. Harunurreşid gibi, güçlü ve itibarlı bir halifenin oğlu olmasına rağmen, annesinin Arap asıllı olmaması yüzünden, egemen Arapçılık onu horlamış ve bu horlamanın etkisi altında kalan babası tarafından veliahtlığı kardeşi Emin’den sonraya bırakılmıştır.
Emin (ölm.813), anne ve baba tarafından Arap asıllı idi. Bu bakımdan kudreti vardı. Ama hücceti sıfırdı. İlimsiz, irfansız, dirayetsiz bir adamdı. Me’mun’dan önce dört yıl müddetle oturduğu hilafet makamının hakkını veremediği için hem kendini hem de başına geçtiği Abbasî devletini rezil etmiştir.
Onun arkasından halife olan Me’mun, aynı devleti güç ve ihtişamının doruğuna çıkararak İslam tarihine, eşine az rastlanan bir onur dönemi bıraktı. Çünkü Me’mun, kudretle değil, hüccetle seçkinleşen bir halife idi…
Me’mun, fikir tarihine ‘Beytül Hikme (hikmet-felsefe ocağı)’ denen o bereketli düşünce kurumunu hediye eden ve bu yolla yüzlerce düşünce adamına yol açan kişidir. Eski Yunan metinlerinin Arapça’ya çevrilmesinin öncülüğünü yapan da odur…
Me’mun, İslam tarihinin yüz aklarından biri. Din tüccarı kara yobaz onu hiç sevmez. Çünkü Me’mun, akla dosttur; kara yobaz ise her şeyden önce akla düşmandır. Me’mun, insanın çıkabileceği kudret sınırının ucuna kadar gelebilmişlerden biri. Ama o, bilgi-ışık-düşünce ve sevgi ile doruklara çıkmayı yeğliyor. Kral Me’mun, filozof Me’mun’u öne çıkarıyor ve bize önemli bir ders veriyor. Madde ihtişam ve kudretini değil, bilgi-ışık gücünü seçin, ona güvenin, onunla yücelin. Çünkü ölümsüz olan odur.
Ölümsüz olan kudret değil, hüccettir.
Burada insanlığa Kur’an vahyinin en çarpıcı mesajlarından birini duyuralım: ‘Kur’an hangi başlık, renk ve desenle olursa olsun, Allah’a inananlar arasında, Allah’ın karşılıklı hüccet olarak kullanılmasını yasaklamıştır (Şura, 15-16). Bir insanın Allah’a imanı varsa, o insanı susturmak için Allah’ı kanıt olarak kullanamazsınız.
Hüccete karşı kudreti kullanmanın sembol ismi Hz.İbrahim’in nurunu narla (ateşle) boğmaya çalışan Nemrut’tur (Bakara, 258). Nemrut, hücceti kudretle boğmaya çalışırken, atalarının dinleştirilmiş kabullerinden destek alıyordu (En’am, 80-83). Kur’an’dan öğreniyoruz ki, Allah daima hüccet kullanır. Yani bilgi, düşünce ve hikmetin eşlik ettiği kudreti: ‘De ki, ‘En mükemmel hüccet Allah’ındır (En’am, 149).’
Hüccetin omurgasında bilgi-bilim var. Bunun içindir ki, hüccet haline dönüşemeyen kudretler batmaya mahkumdurlar. Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu batmadı mı? Battı, çünkü batma sürecine girdiği dönemde omurgasında kudret vardı, hüccet değil. Hüccet, onun elinden çıkmış, buharı sanayie tatbik edenlerin eline geçmişti. O, fesle-serpuşla, potinle ve hangi tarikatın sikkesinin cennet alâmeti(!) olduğunu tartışmakla meşguldü. Yani abesle meşguldü. Hüccet, abesle meşgul olanların yurduna uğramaz. Çünkü böylesi yurtlara pislik siner. Kur’an öyle demiyor mu: ‘Allah, aklını işletmeyenlerin üstüne pislik atar (Yunus, 100).’
Osmanlı’nın yerine geçen Cumhuriyet’te kurucu mimarın esas dayanağı kudret değil hüccet idi. Bir defa Kurtuluş Savaşı bir hüccet belgesidir. O savaş, kudretle değil, hüccetle kazanıldı. Mazlumluk, iman ve ıstırap en büyük hüccetlerdir…
Istırap sadece hüccet değil, hüccet yaratan hüccettir.
Unutulmaması gerekenlerden biri de şu gerçektir: Bir dinin mensupları, özellikle savunucuları, hüccet yerine kudrete (hele hele şiddete) sığınmaya başlamışlarsa, o dinin insanlık sahnesindeki yeri ve etkisi depreme mâruz kalmış demektir. Dinlerin tarihlerinde, müminlerin mazlum oldukları dönemler daima yükselme ve yücelme dönemleridir. Mazlum, kudrete değil hüccete sığınan insandır. Şiddet ve dehşete bel bağlayanlar, insan tabiatının sadece nefretine mâruz kalırlar. İslam’ı sahneden kovmak niyetinde olanların istedikleri de budur.
Kur’an’ın öğrettiği cihat bir hüccet savaşıdır; kudret savaşı değil. Emevî saltanat dinciliği, cihadı bir hüccet savaşı olmaktan çıkarıp kudret savaşına dönüştürdü. Sonra bir zaman geldi ki, hüccete öncelik ve öncülük tanıyanlar kudretin cihadıyla böbürlenenleri yerle bir ettiler. Bu yerle bir olma hali devam ediyor. Çünkü Müslümanların elinde henüz hüccet üstünlüğü yok. Petrol ve şiddet, hüccet üstünlüğü değildir.
Peygamberlerin hüccetlerinin temelinde, Kur’an’ın açık beyanıyla ‘ilim’ vardır. Şimdi, eşsiz hikmet ve ibretlerle dolu şu tabloya bakın: Kur’an, düşmanları olan putperest gelenekçilere karşı peygamberlere şunu söyletiyor: ‘Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilim getirin/ilimle gelin! (En’am, 143; Ahkaf, 4).’
Peygamberlere karşı çıkan putperest tabucuları ise şöyle konuşturuyor: ‘Eğer doğru sözlülerseniz bize atalarımızı getirin/atalarımızın kabullerinden kanıt getirin (Dühan, 36).’
Ve Kur’an, bu azgın kudret taslayıcılığın arka planını gösteriyor: ‘Onların hüccetleri, ‘Bize atalarımızdan kanıt getirin’ demekten öte bir şey olmamıştır (Casiye, 25).’
Kısaca, Kur’an’a göre, isabet ve doğruluğun tek belgesi vardır: Bilgi ve düşünceden oluşan kanıt. Kur’an buna hüccet veya bürhan diyor. Bürhan’ın karşısına dikilen şeye bühtan denir. Meleklerin imtihanında onları insanın gerisinde bırakan değerin bile ilim yani bürhan olduğu ifade edilir. İnsanın sahip kılındığı bürhana karşı şeytanda bühtan vardır. Yani yalan ve iftira. (Bakara ,31-34) Ne ilginçtir ki Kur’an, bilgi ve düşünce üstü olan vahyi bile, insanlık dünyasına indiği andan itibaren ‘ilim’ diye anmaktadır (Bakara, 145).”
Biraz kısaltarak aldığım makaleden anladıklarımızı, günümüze uyarlarsak; İslâm dünyasında değişen bir şey var mı?..