Geçen haftaki yazıma koyamadığım Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk’ün şu ifadeleriyle başlıyorum: “Arap-Emevi hanedanının dine ve insanlığa yaptığı kötülük, sadece İslâm’ı Araplaştırması ve sahabe kuşağına zulmetmesi değildir; aynı zamanda dini, bir saltanat aracı haline getirmek üzere yozlaştırıp bir Arapçı siyaset ideolojisine dönüştürmesidir (İmamı Azam Ebu Hanife, s.102).”
Değer verdiğim hocalardan biri de Prof.Dr.Ahmet Bican Ercilasun’dur. “O ilahiyatçı değil” diyebilirsiniz. Evet. Türk dil bilimci, Türkolog olan bir akademisyendir. Ayrıca İmam-Hatip Lisesi mezunudur. Hoca, konuya vâkıf ki bu yazıyı ele almış.
Ayrıca, “Müslümanım” diyen herkesin; kimseye ihtiyaç duymadan inancını yaşayacak şekilde dinini öğrenmesi gerektiğini düşünenlerdenim.
Ercilasun Hoca, “Din, siyaset ve ideoloji” başlıklı yazısında (25/11/2012, Yeniçağ); “Evrendeki en büyük mucize insan beynidir. Beynin akıl, duygu, hayal kategorileri yanında bir de inanç kategorisi vardır. İnanç esas itibarıyla akıldan bağımsızdır. Tarih boyunca bazı insanların ve grupların, inançlarını akılla destekleme yoluna gittikleri doğrudur. Ancak inanç konularının mutlaka akıl ve bilimle kanıtlanması gerekmez. İnsanlar inanmak ihtiyacını duydukları için inanırlar.
Kutsal metinleri, düzenli ve belirli periyotlara bağlanan ritüelleri bulunan dinler sayılıdır. Budizm, Taoizm gibi Uzak-Doğu dinleriyle Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi semavi dinler bu tür dinlerdir. Bunlar arasında en soyut yaratıcı inancına sahip olan din Müslümanlıktır. Yaratıcı doğmamıştır, doğurmamıştır, eşi benzeri yoktur. Öncesiz ve sonrasızdır. Zamandan ve mekândan münezzehtir. Vâcibülvücuttur, yani varlığı vaciptir; herhangi bir sebebe, şarta, duruma, ön varlığa bağlı değildir…
Dinler, inanç alanına giren muktedir ve genellikle soyut varlıklara iman etme esası üzerine kurulu oldukları için insanlar tarafından yüce ve ulvi kurumlar olarak kabul edilir…
Siyaset maddî âlemle ilgilidir. Toprak, hayvan, su, hava vb. tabiat unsurlarının kullanılması, insanın yönetilmesi, mal ve eşya üzerinde tasarruf konularındaki düşünce ve uygulamalar hep maddî âlemle ilgilidir. Bu düşünce ve uygulamalar da siyasetin alanına girer… Kısaca din manevi varlık ve kavramlara dayanır; ideoloji ise maddi varlık ve kavramlarla ilgilidir. Dinler yüce ve ulvi kabul edilen Tanrı’nın veya çok tanrılı dinlerde tanrıların eseridir; ideoloji ve siyaset ise insanın eseridir, beşerîdir.
Dini, siyaset ve ideolojinin alanına çekmek her şeyden önce dinin kendisine zararlıdır. Bu tutum, yüce, manevi ve ulvi bir kurum olan dini; beşerî ve maddi olan ideolojiler ve politikalar seviyesine indirmek anlamına gelir. Yani dini, bulunduğu yüksek ve manevi mertebeden indiriyorsunuz; insanoğlunun ürettiği ideoloji ve politikalarla yarışa sokuyorsunuz. Dine bundan daha fazla zarar verecek bir tutum düşünemiyorum.
Din, ideoloji ve politikayla yarışa sokulunca bakın neler oluyor? İdeolojiler, doktrinler, kısa ve uzun vadeli politikalar hayatın ve maddi âlemin binlerce problemini çözmek için bin bir türlü ayrıntıya girerler. Dini yarışa soktuğunuz zaman bu bin bir türlü ayrıntı için acaba din ne diyor, arayışına girersiniz. Bunun sonunda kutsal kabul ettiğiniz metinleri yorumlamaya, orasından burasından çekiştirmeye başlarsınız. Yani ilahî olan metne beşerî olan aklınızı sokarsınız ve beşerî olan aklınızla yaptığınız yorumun ilahî olduğunu öne sürersiniz; bir bakıma Tanrı’ya ortak olursunuz. Tefsir ilminde olduğu gibi iş sadece yorumda kalsa mesele yok. Filan bilgin böyle yorumlamış, falan bilgin böyle yorumlamış der geçersiniz. Fakat siz yorumu dünyevi bir probleme çare olarak yapıyorsunuz ve onu Allah’ın emri olarak takdim ediyorsunuz. Başka bir yorumcu da farklı bir yorum yapıyor ve o da Allah’ın emri böyle, diyor. Böylece, Allah’ın eşsizliği, tekliği üzerinde bu kadar titizlenen bir dinde Allah’ın ortakları çoğalıyor ve tefrikalar başlıyor…
Dünyevi meseleleri çözmek için kutsal metinler üzerinde yapılan yorumlar da ilahî olarak takdim edildiği için tartışılmazlık zırhına büründürülmektedir. Eğer bu zırh delinip tartışma açılırsa bu defa da Allah’ın sözleri tartışılmış gibi olmaktadır. Yani neresinden baksanız dine, kutsal metinlere ve Tanrı inancına zarar veriyorsunuz. Bu kısa yazıda bu tutumun topluma vereceği zararları anlatmadım. Bunları tahmin edersiniz ve zaten bunlardan bahseden de çok. Ben daha az bahsedileni anlatmak ve açıklamak istedim. Din adamları ve dinini seven insanlar, dini siyaset ve ideolojiden uzak tuttukları ölçüde dinlerine ve insanlara yararlı olurlar. Aksi tutumda olanlar da o ölçüde zarar verirler.”
İlâhiyatçı Prof.Dr.İsmail Yakıt da, “Atatürk ve Din” (Ötüken Neşriyat, 12.baskı) adlı kitabının “Sonuç” bölümünde; “…Görüldüğü gibi Atatürk, …din adına inananların sömürülmesine, dinin politikaya karıştırılmasına ve istismarına karşıdır. Atatürk’ün karşı olduğu çevreler İslâm dininin de karşı olduğu çevreler olup, bunlar yobazlar, bağnazlar, hurafeciler, din simsarları, bezirganları ve aktörleridir. O’nun gerçek din âlimlerine önem verdiği ve saygı gösterdiği… herkesçe bilinmektedir.
Atatürk İslâm dinine gereken önemi vermiş, Hz.Peygamber’e ve Kur’ân’a büyük hürmet göstermiş ve bunları kendi manevî ve kutsal seviyesine kavuşturmayı hedeflemiştir. İslâm dünyasının geri kalışını, bazılarının yaptığı gibi dinde görmemiş, geri kalışın ve az gelişmişliğin gerçek sebebinin zihniyet meselesi olduğunu belirtmiştir.
Atatürk, bazı çevrelerin iddia ettiğinin aksine, dini zayıflatmak ve onu hayattan tecrit etmek gibi bir düşüncenin ve fiilin içinde olmamıştır…
Atatürk, ‘Mukaddes mihrabı cehlin elinden kurtarıp ehlinin eline vermek’ azmindeydi. O’nun hedefi dinin, siyasî ve maddî bir araç olarak kullanılmasını önlemektir. O’nun din politikasının temeli dini devletten, din işlerini dünya işlerinden ayırmaktır. Bir diğer ifadeyle siyasî, sosyal ve hukukî alanlardaki işleri dine dayandırarak bundan menfaat sağlamayı önlemektir.
Kısaca Atatürk, dinsizliğe olduğu kadar, her türlü hurafeye, yobazlığa, safsataya, taassuba, dinin politikaya alet edilişine ve böylece dini, toplumu sömürme aracı haline getirmek isteyenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Yani din kisvesine bürünmüş cahil kimselerin toplum üzerindeki etkilerini kırmaya çalışmıştır…”
Kitabın arka kapağına, “29 Ekim 1923’te, Mustafa Kemal’in Fransız gazeteci Maurice Perno’yla mülâkatında söylediği ‘Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum.’ sözü konmuş.” (Dr.Arslan Tekin, 24/02/2024, Yeniçağ)
23 yıllık mevcut iktidarın politikaları sonucu, bugün Türk Milleti kimlik sorunu yaşamaktadır. Dini kimlik (aslında Arapçılık demek daha uygun olur.) öne çıkarılarak, Türk Milleti’nin kimliği sorgulanır hale getirilmiştir. İşin acı ve garip yanı ise Türk Milliyetçilerinin buna çanak tutmasıdır.
Türk Milliyetçileri, Türkçüler, Turancılar şunu anlamak zorundadırlar: “Millet” derken; onlar “ümmeti”, bizse “Türk Milleti”ni anlıyoruz. Çok şükür Müslümanız ama kadim tarihten bu yana “Türk’üz”.