Şardağı, Elbistan’ın eteğine kurulduğu dağın adıdır. Şar, şehir; Şardağı, şehir dağı demektir. Önce şu bilgiyi paylaşmak isterim: 21 Aralık 2006 tarihinde yapılan “Kosova’da Türkçe Eğitim” konulu toplantı için Kosova ve K.Makedonya’ya gitmiştik. Burada da “Şar Dağları”nın olduğunu ve her iki devletin sınırları boyunca uzanan dağ silsilesine denildiğini öğrenmiştim.
Tarihçesine girmeyeceğim ama Elbistan, Anadolu’nun en eski şehirlerinden biridir. Birçok devlet ve uygarlık burada hüküm sürmüştür. Doğudan batıya, güneyden kuzeye geçiş noktasında olduğundan çok defalar savaşa, istilaya, yağmaya ve tahribe uğramıştır.
Şardağı, Torosların uzantısıdır: Yüksekliği denizden 2.200, şehirden 1.150 metre civarındadır. Arkadaki ve devamındaki dağlar daha yüksek olup Nurhak Dağı’na kadar devam etmektedir. Fotoğrafta görüldüğü gibi burada dönüş/çıkıntı yaparak köşe oluşturur. Dağın bu tarafı (doğusu) Elbistan, arkası (batısı) şimdiki Karaelbistan Mahallesidir.
Dağ, şehre çok yakın olduğundan arkadaşlarla dağın yamaçlarına çıkar, kayalar üstüne oturur, konuşur, şakalaşır, dağdan inerdik. Çocukluğumuzda dağın altındaki evler yoktu; buralar daha çok bağlıktı. Fotoğrafta görülmese de dağın eteği -sol taraf- “Gariplik Mezarlığı”dır.
Şardağı’nın tepesinde “Dede” dediğimiz bir tümsek vardı. Çoğunlukla her Mayıs ayı geldiğinde kendi arkadaş grubumuzla buraya çıkardık; dönerken kar getirip pekmezle karıştırıp “karsambaç” yapar yerdik.
Halk arasında “Dede” hakkında bir rivayet anlatılır: Çok sevilen, sayılan yaşlı bir kişi; “Ben şu tepeye çıkıyorum. Vadem geldi, orada öleceğim. Beni oraya gömün.” demiş ve Şardağı’na doğru uzaklaşmış. Halk önce bir anlam verememiş, sonra birkaç kişiyi dedenin peşinden göndermişler. Dağın tepesine çıkıp bakmışlar ki dede yerde yatıyor. Yanına varmışlar, dede gerçekten ölmüş. Hemen dağdan inerek halka haber vermişler. Halk, Şardağı’nın zirvesinden Ceyhan nehrine kadar aralıklarla sıralanıp zincir oluşturmuşlar. Nehirden kovalara su doldurarak elden ele dağın tepesine su taşımışlar. Dedeyi orada yıkayarak gömmüşler. Bu efsane halk arasında yayılmış ve orayı kutsal saymışlar. Çok eski yıllardan beri halk çıkar ziyaret edermiş.
“Dede”, Şardağı’nın tepesine göre 3-4 metre yüksekliğinde bir taş yığınıydı. Bu taş yığının üstüne çıktığınızda ortasının biraz çukur olduğunu görürdünüz. Yığında, küçüklü- büyüklü çeşit çeşit taşlar vardı. Sebebini bilmiyorduk ama -bize anlatıldığı gibi- çevreden topladığımız 10-15 adet taşı, tepenin üstüne atardık. Bugünkü yüksekliğinin, atılan taşlarla olduğunu düşünüyorum. Genelde “Fatiha” okur, dağdan inerdik.
Milliyet Gazetesi (15/04/2016)’nde; “Dede’nin 2.700 yıllık tarihi gün yüzüne çıkıyor” başlıklı bir haber çıkmıştı. Haberde; “…Dede’nin hangi yıllarda ve ne amaçla Şardağı’nın tepesinde inşa edildiğinin tespit edilmesini öngören projenin ilk çalışması Gaziantep Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu Bölge Müdürlüğü uzmanı arkeolog Ahmet Beyazlar ve ekibi tarafından yapıldı.
Beyazlar, “…Yaptığımız tespite göre burası bir Tümülüs mezar. Tümülüs mezar, klasik dönem dediğimiz M.Ö. 6.yüzyıldan başlayarak Roma dönemine kadar geçen süreçte Anadolu’da ve Orta Asya’da yaşam bulmuş bir anıt mezar türü. Bunun altında ana kayaya oyulmuş mezar odası bulunur. Onun içinde de dönemin beyinin, kralının mezarı olur. Üzerinin açılmasını engellemek için çakıl yığınları ile kapatılır. Taş yığınları hem mezarı korur hem de abidevi şekilde görülmesini ve ileri dönemlere aktarılması sağlanır.
Dede; ata, date gibi bir isim. Anadolu’da Roma egemenliği oluşmadan önce 48 yıl sürmüş bir savaş var. Dede Tümülüs’ü de Anadolu’da Romalılara karşı mücadele eden dönemin Pontus Kralı Mitridate- Bedriata’nın ismi ile ilgili çağrışım yapıyor. Nitekim İskit Devleti’nin yıkılması sonucunda oradaki askerlerin Anadolu’da paralı asker olarak Büyük İskender’e gelmeleri, Büyük İskender’den sonra da yerel beylikler olarak alan hakimiyetinde kalmaları bu süreçte bunların kültürlerini buraya taşımalarına ve burada yaşadıkları dönem içerisinde kendi kültür ve inançları çerçevesinde bu mezarları yaptıkları yönünde bir düşünce oluştu. Nemrut Dağı’nda Arkeokos’un mezarı var. O da böyle çakıl mezardır.
…burasının jeofizik çalışmaları yapılarak çakıl yığınının altındaki oda mezarın olup olmadığı tespit edilmeli... Tespit edilmesi halinde olduğu yerin görsel olarak turizme açılacak mekân olarak tanzim edilmesi gerekiyor. Dede Tümülüs’ünün olduğu yer, Elbistan’ı en güzel noktadan görülebildiği bir alan. Tepeye hâkim bir nokta. Biz, alanın koordinatlarını belirledik…” şeklinde özetlemiş.
Bu açıklamalardan hareketle, aşağıda yazacaklarımın anlaşılabilmesi için birkaç hususu belirterek değerlendirmeyi size bırakacağım:
1-Türkler’in -1071 Malazgirt Savaşı’yla değil- Milat’tan çok önceleri Anadolu’ya geldikleri ve birçok devlet/ uygarlık kurdukları belgelerle ortaya konulmuştur.
2-Türklerin geçmiş kültürlerini, geleneklerini, göreneklerini bilmezsek, her yaptığımız ve yaşadığımız işleri başkalarına mal ederiz. Zaten Batılıların da istedikleri bu!..
3-Eski inancımız, yerleşik ve konar-göçer yaşayışımız, önemli konularda sessiz/sakin bir ortamda düşünerek karar almak (mağara gibi yerlerde inzivaya çekilmek, tefekkür etmek), kayalara/ taşlara (saymalı taş) resimler ve t(d)amgalar ve harf benzeri işaretler çizmek, yazılar yazmak,
-Yüksek yerlere (dağlara, yaylalara) çıkmak, Tanrı’ya yaklaşmak, yakarmak, dua etmek, adaklar adamak ve adakları buralarda kesmek,
-Ölen kağan, hükümdar, bey veya önemli kişileri; yüksekçe yerlere (dağlara ve yaylalara) gömerek kurganlar (mezarlar) oluşturmak ve ziyaret yeri (kutsal, mukaddes, mübarek mekânlar, manevi alanlar) haline getirmek,
-Veya taşlarla çevirerek kutsal alanlar oluşturmak, üstüne taşlar atarak kurganı büyütmek ve korunaklı hale getirmek, belli tarihlerde buraları ziyaret edip kurban kesmek, Tanrı’ya yakarmak, ağaçlara bez bağlamak, dilekte bulunmak gibi geleneklerimizin olduğu bilinmektedir. Bugün de birçok yöremizde aynen yaşatılmaktadır.
Prof.Dr.Ahmet Taşağıl, bir televizyon programında benzer açıklamalarda bulunmuştu.
Tekrar “Dede” bahsine dönersek; yörede söylenen ve “Dede’ye çıkışın güzergahını anlatan” şu ilahiyi dikkatinize sunmak isterim. Rahmetli anam (okuma-yazması yoktu); ağabeyime 12/02/1983 tarihinde ezberinden “Dede Gazeli” diye yazdırmış ama aslında “Dede İlahisi” demek daha uygun olur (Elbistan’da ağıtlara da destan derlerdi). Şiiri, Halıtlar’dan öğretmen Mehmet Yener’in annesi Fadime Teyze’nin mevlitlerde okuduğunu belirtmiş:
DEDE İLAHİSİ
Azığım aldım elime,
Eteğim çaldım belime,
Düştüm Dede’nin yoluna,
Düştüm Allah Allah deyi.
Bir incecik köprü geçtim,
Mecnun oldum serden geçtim,
Şükür olsun yola düştüm,
Düştüm Allah Allah deyi.
Dolandım kabire vardım (Gariplik Mezarlığı),
Ellerim dizime koydum,
Ayetül kürsü okudum,
Kalktım Allah Allah deyi.
Ne güzel bina yapılı,
Geldim çekili çekili,
Sana diyom, ik’apılı (İki kapılı mağarası),
Geldim Allah Allah deyi.
Namazla Kayası’n geldim,
İki rekât namaz kıldım,
Şükr olsun murada erdim,
Erdim Allah Allah deyi.
Çıktım Dede’ye de durdum,
Dört bir tarafıma baktım,
Başucunda mumlar yaktım,
Yaktım Allah Allah deyi.
Damlalı da n’adar datlı (Damlalı Mağarası),
Sürülüp de giden atlı,
Kayapınar n’adar otlu,
Geldim Allah Allah deyi.
Cürunlu’nun çayırına,
Bir nur doğmuş bayırına,
Daşoluk’un çadırına,
Gitsem Allah Allah deyi.
Kurban olam eşiğine,
Eşikteki ışığına,
Halil Baba döşeğine,
Geldim Allah Allah deyi.
(İki Kıt'anın nakaratı farklı, sanıyorum başka bir ilahi)
Dedenin yolunun taşı,
Akıyor gözümün yaşı,
Evliyaların kardeşi,
Aman Dede himmet eyle.
Aman Dede sen ulusun,
Hem ulusun hem velisin,
Allah’ın makbul kulusun,
Aman Dede himmet eyle.