Her şehirde olduğu gibi, Ankara’nın cadde ve sokaklarında da belediye başkan adaylarının afişleri asılı. 31 Mart 2019 tarihindeki seçim, mahalli idareler seçimi olmasına rağmen Sayın Cumhurbaşkanının fotoğrafları da her yerde… Her halde aynı zamanda “AK Parti Genel Başkanı” olduğu içindir. Afişlere “Ankara’ya tecrübe yakışır” sloganı ilave edilmiş. İktidara geldikleri 2002 yılından bu yana yaptıkları icraatları düşününce, bu slogan bana garip geldi.
“Çıraklık dönemi” geçti, “kalfalık dönemi” geçti, 2014’te “ustalık dönemi” için oy istendi, 5 yıl daha geçti. 2002’den beri tecrübe kazanılmadı mı? Kazanıldıysa bu tecrübe ülkeye ne kadar yansıtıldı? Ustanın “ikinci ustalık dönemi”ndeyiz: Sonuç?.. Üretmeyen, tarımı ve hayvancılığı biten, ithal (dış alım) mallarla ekonomisi dönen, borçla yaşayan bir ülke konumuna geldik. Kırılgan ekonomimiz sebebiyle yabancı sermaye akışı yok; artık dışardan sıcak para da gelmiyor, destek azaldı… Katar katarsa ne âlâ!.. Eğitim, dış politika dersen, ayrı bir yazı konusu…
Bu duruma gelmemizin sebebi; “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” ayetine uyulmamasıdır (Nisa, 58). Bu ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayet şöyledir: Mekke fethedilince Hz. Peygamber, Kâbe’nin kapısının açılmasını ister. Yıllardır Kâbe’nin bekçilik, temizlik, bakım gibi işleri babadan oğula geçerek devam etmektedir ve anahtar, Müslüman olmayan Osman bin Talha’dadır. Anahtarı getirip Peygamberimize verir. Kâbe açılır, putlar temizlenir. Peygamberimiz, şükür için iki rekât namaz kıldıktan sonra, anahtarı tekrar Talha’ya teslim eder (Diğer rivayetse; Mekke fethedilince Hz. Ali, anahtarı Osman bin Talha’dan alır. Bu ayet nazil olur. Hz. Peygamber anahtarı henüz Müslüman olmayan Talha’ya geri verir).
Bir Peygamberimizin uygulamasına bakın, bir de bunların uygulamalarına… Esasen sıkıntı herkesi “düşman” görmeleridir. 43 yılı aşan hizmetten sonra emekli olan (bir yıl oldu) bir şube müdürü olarak -yaşadığım için- biliyorum. Kamudaki tecrübeli personelden yararlanmayı hiç düşünmediler. Tecrübe, tecrübeli insanların yanında kazanılır. Kadrolaşmak amacıyla tecrübesiz, beceriksiz kişileri getirdiler ve sonuç bu oldu. Kurumlarımız, kuruluşlarımız yok edildi, perişan edildi. Liyakat, hiyerarşi ve disiplin bozuldu, laçkalık gırla gidiyor…
İş ehline verilmediği için, işi bilen yok. Bilenler, yetişmiş insanlar; ya emekli oldu ya da dışlandı, küstürüldü. Göreve getirilenler; yasaların kendilerine yüklediği görev, yetki ve sorumlulukların farkında bile değiller; farkında olanlar da kullanamıyorlar. Çünkü sistem değişikliği sebebiyle herkes “üst”ten gelecek emri bekliyor. Onun için sorumluluk alamıyorlar, irade ortaya koyamıyorlar, karar veremiyorlar. Yetkisini kullanmak isteyenlere de fırsat verilmiyor. Hakimlerin bile karar almakta zorlandığı bir dönemi yaşıyoruz.
Eskiden böyle miydi? Hayır. Belki bir kaç kabiliyetsiz, bilgisiz, tecrübesiz, zayıf, etkisiz insan göreve getirilmiş olsa da; büyük çoğunluk kanunen kendisine verilen yetkilerin ve sorumlulukların bilincindeydi ve iradesi ölçüsünde kullanıyordu. Halen kamu kurum ve kuruluşlarımızda en alt yöneticiler şube müdürleridir (Şefler de yönetici sayılmakla birlikte esas sorumluluk şube müdürlerindedir). Geçmişte şube müdürleri olarak bizler, (kanunen) görev alanımızla ilgili tüm yetkilerimizi ve inisiyatifimizi, adil bir şekilde kullanırdık. Amirlerimiz şube ile ilgili bilgileri bizden alır ve genelde de şube müdürlerinin görüşlerine uyarlardı, katılırlardı. Veya farklı bir görüşü varsa münasip bir şekilde durumu açıklar ve düzeltmemizi isteyebilirlerdi. Yerine göre amirlerimizle konuları tartışır, doğru bildiğimiz hususlarda kesinlikle taviz vermezdik.
Yalnız burada şunu açıklamak istiyorum: Üst göreve gelenler, bugün ki gibi tepeden paraşütle inmezlerdi; alttan yetişerek ve çeşitli kademelerde görev yaparak makamlara gelirlerdi. Amirlerimizle tartıştığımız zamanlar olsa da, onların bilgi, görgü ve tecrübelerinden yararlanırdık. Bir amir, eğer alt personelde gelecek görüyorsa; kıskanmazdı, harcamaya çalışmazdı, hatta onun daha iyi yetişmesi için çaba harcardı. Sicilini güzel doldurur ve notunu yüksek verirdi. Tabii ki hak etmeyenler, istisnalar yok muydu? Tek tük de olsa vardı.
1980 öncesini bilirsiniz: Sağ-sol çatışması olarak hep anlatılmıştır. Evet, çok kötü günlerdi. Her gün kavgalar, çatışmalar, yaralanmalar ve ölümler oluyordu. Her iktidar, üzerlerinde etkili olan ideolojiye göre karşıt görüşteki personeli sürgün ediyordu. 1978’de Ecevit iktidarında da, sonra kurulan Demirel iktidarında da sürgünler oldu. Belki aklınıza “sen ne oldun?” sorusu gelebilir: Ben sürgün olmamıştım. Sonradan öğrendim; Ecevit döneminde sürgünüm çıkmış, fakat Başkanım Mümin Çamlıbel (kendisi CHP’ye yakındı) kararnamemi iptal ettirmiş. 12 Eylül 1980 Cuma günü asker yönetime el koydu, olaylar birden kesildi. Askeri yönetimde de personelden başka şehirlere veya okullara sürgün edilenler oldu. “Siyasi İslâmcılar” mı?.. Bakanlığın altındaki mescide bile inmez oldular. Bırakın vakit namazlarını Cuma günü “albaylar yoklama yapıyorlarmış” diye namaza gelmezlerdi. Bizler hiç çekinmeden namazlarımızı kılıyorduk. Görevdeki emekli veya muazzaf subaylarla da görüşüyor, gerektiğinde sözümüzü esirgemiyorduk.
O günlerde -sağ veya sol olsun- yine de ilkeler, ilkeli ve dik duruşlar vardı. Tecrübeli personele değer verilirdi. Bugün ilkeler yok, değerlerse farklılaştı. Tam bir yozlaşma dönemindeyiz. Hiç bir yerin tutulacak tarafı kalmadı. Neyi elimize alsak dökülüyor. Partileri mi, “davamız …” diye nutuk çekenleri mi, dün ölümü bile göze aldığı arkadaşına bugün kazık atanları mı, sadece çıkarını düşünenleri mi, seçmenine karşı vicdanî sorumluluk duymayıp parti değiştirenleri mi, neyi yazsak? Şu sözü hep duyarım, ama inanmam: “Herkesin bir fiyatı var” diye!..
Kızdığım konulardan biri de şudur: Kendi partilerini yönetemeyenlerin, sivil kuruluşları yönetmeye kalkışmalarıdır. 2002 yılında sendikalarımızın yaşadıklarını hatırlayalım. Delegelerle görüşmeler, ikna uğraşları, müdahaleler, başkanlara ve yönetimlerine karşı tavırlar… 2018’de de aynısı yaşanmadı mı? Bu nasıl anlayış? Eskiden “kol kırılır, yen içinde kalır” denilirdi. Aslında her konunun kendi platformu içinde tartışılması taraftayım. Ama bu demek değildir ki; her şeyi ulu-orta, medyanın önünde veya kamuya açık alanlarda tartışalım. Tartışmanın da bir usulü, bir şekli vardır. Tartışma kültürümüzü geliştirmek zorundayız. Birbirimize olan güvenimiz sarsılırsa, gelecek için iyi olmaz. Hiçbir şey birbirimize güven duymamızdan daha önemli değildir.
“Niyet hayır, akıbet hayır (iyi niyetle girişilen işin sonu da iyi olur)”. 17 yıllık iktidarları sırasında, geçmiş Cumhuriyet hükümetlerinin 80 yılda meydana getirdiği, stratejik olsun - olmasın tüm kuruluşlar; özelleştirme adı altında elden çıkarıldı. Yaklaşık 170 fabrika ve kuruluş satıldı. Bu satışlardan 70 milyar dolara yakın para elde edildi. Üreten kuruluşların satışından elde edilen paralar, üretmeyen asfaltta ve betona gömüldü. Tarımda kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydik. “Devlet ticaretle uğraşmaz!” diyerek fabrikaları sattık, tanzim satışlar açan devlete döndük. Barış Manço’nun, “domates, biber, patlıcan” şarkısı eşliğinde 2-3 kg.mı geçmemek şartıyla satışlara başladık. İktidar, beceriksizliğini hiç üstlenmiyor: Her seçimde olduğu gibi bir düşman buluyor ve suçu onlara atıyor. Oysa serbest piyasa ekonomisi demek, başıboş bırakılan piyasa demek değildir.
İnsanlarımız, yoğun bir şekilde “algı operasyonu” altında olup bilgi kirliliği had safhadadır. Kafalar devamlı karıştırılıyor, beyinler yıkanıyor, kara propaganda ve manipülasyon yapılıyor. Bunları bir de Tv. program ve dizileri ile perçinlemeye çalışıyorlar. Özellikle TRT ve havuz medyasındaki yayınlar algının birer parçası… “Diriliş Ertuğrul”, “Sultan Abdülhamit” gibi bir takım dizilerle bugüne mesajlar veriliyor. Oysa, gerçekler ile oluşturulan algı çok farklı… Bir de “Ülkenin Bekası” ile ilişkilendirdiler. Belediye ve muhtar seçimlerinin “ülkenin bekası” ile ne ilgisi olabilir. Her sözünüze inanmak zorunda mıyız? Bizim aklımız yok mu?..
Alacağımız kararlar; ilkelerimize uygun olmalı ve ilkelerimize dayanmalıdır. Soran ve sorgulayan olmalıyız ve gerçeklerin peşinden gitmeliyiz. Tecrübem bunları söylüyor.