Milli Eğitim Bakanlığı’na karşı açılan davalar hakkında, bir milletvekilinin verdiği soru önergesine karşılık, Bakan İsmet Yılmaz’ın cevabı ile ilgili haberler dikkatimi çekti. Haberde, 2016-2017 yıllarında Bakanlığın taraf olduğu adli ve idari dava sayısının 71 bin 912 olduğu belirtiliyor. 2016 yılında 26 bin 429’u idari ve 9 bin 685’i adli olmak üzere toplam 36 bin 114 davanın açıldığı, açılan 18 bin 695 idari ve 425 adli davanın reddedildiği, 249 davanın ise OHAL komisyonuna gönderildiği belirtiliyor. 2017 yılında ise 30 bin 95’i idari ve 5 bin 703’ü adli olmak üzere toplam 35 bin 798 davanın açıldığı, bu davalardan bin 273’ü idari ve 94’ü adli olmak üzere toplam bin 367’sinin reddedildiği bildiriliyor.
MEB aleyhine açılan dava sayısında % 313 artış olmuş. 2003 yılında sadece 3 bin 509 dava açılmışken, 2015 yılında bu sayı 11 bin 10'a ulaşmış. Milli Eğitim Bakanlığı bu davaların yüzde 50'sini kaybetmiş. Bunun sebepleri olarak da; yöneticilerin siyasallaşması, kadrolara atama ve yükselmelerde niteliğin, başarının, liyakatin ve ehliyetin olmadığı, siyasal yönelimlerin etkili olduğu gösterilmektedir. Bu yönetim anlayışının eğitim politikalarına yön verdiği, sonuç da süregelen sözde reform çalışmalarının sistemi yap boz anlayışı ile yönetmeye kadar gitmiştir, denilmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı’nda dava dosyası nasıl artmasın ki?.. Bugün yönetici kademesinde oturanlar; sanki sorunları çözmeye değil de, sorun çıkarmaya gelmişler gibi… En başta şunu tespit etmekte yarar görüyorum: Yönetici olarak kimleri saymalıyız? Bugün ki anlayışa göre yöneticiler (bürokratlar); müsteşar, TTK başkan ve üyeleri, müsteşar yardımcıları, genel müdürler, daire başkanları oluyor!.. Kanunlarımızın, temel yönetici olarak kabul ettiği şube müdürlerini, neden saymadığımı aşağıda belirteceğim?..
Burada önemli husus; bu yöneticiler iyi niyetliler mi, değiller mi sorusuna alınacak cevaptadır. Eğitim işlerini; -halisane bir düşünceyle- ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için mi yapıyorlar, yoksa siyasi çıkarlara ve isteklere göre mi yapıyorlar? Ben şahsen, mevcut yöneticilerin bir çoğunun iyi niyetli ve samimi olmadıklarına inananlardanım. AKP iktidara geldiğinden bu yana, özellikle Bakan Ömer Dinçer’le başlayan; teşkilat yapısını ve amir-memur ilişkisini bozma, hiyerarşik düzeni yıkma, geçmişi unutturma, hafızayı silme, mevzuata göre değil de keyfe göre uygulamalar yapma gibi şuurlu, bilerek ve isteyerek yapılan bir yönetim anlayışı var.
Kurumlarda yetki ve sorumluluk en baştaki amirde olsa da; kurumun kuruluş kanunu ile verilen görevler, şube müdürleri üzerindedir ve kurumlar şube müdürlükleri üzerinde teşkilat yapılarını oluştururlar. Bu konuda 3046 gibi temel bir Kanun olduğu halde, bu kanun hiçe sayılarak şube müdürleri yok sayılmışlardır.
43 yıl 4 aylık devlet memurluğumun 6 yılını memur, 30 yılını da müdür olarak geçirdim (7 yılı aşkın da profesyonel sendikacılık yaptım). Yine, memuriyet hayatıma başladığım 1974 yılından emekli oluncaya kadar 24 milli eğitim bakanı gördüm. Ama son 3-4 yılda şube müdürleri olarak yaşadıklarımızı, geçmişte hiç bir bakan döneminde yaşamadık. Eskiden üst yöneticiler, şube müdürüne danışmadan, onun fikrini almadan kolay kolay iş yapmazlardı. Hatta imzaya giden evrakla ilgili, -diyelim ki bakan tereddütte kaldı- amiri değil de şube müdürünü çağırtır, görüş alır ve ikna olduktan sonra imzalardı.
Son zamanlarda, bırakın bakanı, müsteşarı, müsteşar yardımcısını; genel müdürler bile kendi şube müdürlerini çağırıp veya toplantı yapıp görüşlerine başvurma ihtiyaçlarını duymuyorlar. Zaten yöneticilerin yüzlerini gören de yok ya!.. Burada şunu düşünebilirsiniz: İşlerini bilen insanlarsa niye görüş alsınlar ki?.. Bence tam tersi...
Bahsettim: son 3-4 yıldır şube müdürleri ile öyle uğraştılar ki; itibarsızlaştırmak, ötekileştirmek, adam yerine koymamak, küçük düşürmek gibi… Meclisteki çoğunluklarına dayanarak teşkilat kanununda değişiklik yapıp şube müdürlerini “şahsa bağlı eğitim uzmanı” kadrosuna geçirdiler ve maaşlarını da dondurdular… O zaman, mecburen bir çoğumuz dava açmak zorunda kaldık. Ortada bir kanun olduğu için davaları kaybedeceğimizi bile bile bu davaları açtık. Çünkü çıkarılan kanun maddesi Anayasaya aykırı idi ve Anayasa Mahkemesi’nden döneceğine inanıyorduk. Ve gerçekten de düşündüğümüz gibi; Anayasa Mahkemesi, anayasaya uygun bulmadığından maddeyi iptal yönünde karar verdi. Bu arada, lehimize karar çıkacağını öğrenen Bakanlık yetkilileri karar açıklanmadan 10 gün önce apar topar -bakan yetkisi ile- hepimizi tekrar şube müdürlüğüne atadılar.
Bu konuda geçmişte bu sütunlarda çok yazı yazdığım için fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Davaları kaybettiğimizde temyize başvurmuştuk: Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı doğrultusunda idari mahkemeler de lehimize karar verdi. Maaşlarımızın dondurulması nedeniyle ödenmeyen birikmiş maaş farklarımızla birlikte avukatlık ve mahkeme masraflarımızı da geri aldık. Burada kim zararlı çıktı, tabii ki devlet… Bizim 3 yıla yakın uğraşmamız, enerjimizi; devletin işleri yerine mahkeme işlerine harcamamız da cabası…
(Aynen Anayasa Mahkemesi’nin, devlet memurlarının 30 yıl hizmetinin üzerindeki hizmetleri için ikramiye ödenmemesini ilişkin maddeyi iptal ettiği gibi… Biliyorsunuz, önceleri SGK ödemek istemedi, dava açsınlar kazananlara ödeme yaparım dedi. Geçmişte emekli olup 30 yılın üzerindeki hizmet ikramiyesini alamayanlar davalar açtılar, hepsi de kazandı. Ve dava açmalar devam etti. Başta öyle düşünen SGK, davaları kaybettiği için avukat ve mahkeme masraflarını da ödemek zorunda kalınca, devlete ilaveten bir yük getirdiğini fark etti ve torba yasaya koydukları maddeyle dilekçe veren emeklilere ikramiyelerini ödemeye başladılar.)
Mevzuat hazırlamak bir beceri işi… Bilgi ve birikim gerektiriyor. Sadece yetenekli olmak veya bilgili olmak da yetmiyor, tecrübe de gerekli... Tabii ki, geçmişinde birlikte çalıştığı yöneticilerin; çalışanına rehberlik yapması, tecrübelerini onunla paylaşması, yönlendirmesi de önemli… Uygulamayı bilmek ve çıkarılacak mevzuatın ne gibi hatalara, yanlışlara ve eksikliklere meydan vereceğini de önceden öngörmek, kestirmek gerekiyor. Tecrübeli insanın öngörüleri vardır: Sonunda ne ile karşılaşılabileceğini tahmin eder ve işi baştan düzeltmeye çalışır, düzgün iş yapar. 1980’li yıllarda bir başkanım vardı: Mümin Çamlıbel, rahmetli oldu. Mevzuat hazırladığımız ya da genelge çıkaracağımız zaman derdi ki: “Hizmetliyi çağırın, yazıyı okutun. Eğer o anlamışsa bir problem yok. Anlamadığını söylerse tekrar gözden geçirin.” Ya şimdi!..
Uygulamaya veya personele yönelik çıkarılacak yeni mevzuat (Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge) veya eski mevzuatta yapılacak değişiklikler; üzerinde tartışılıp, değerlendirilip çıkarılsa bu kadar sıkıntıya sebep olmaz. Ama işin ehline danışmadan, uygulamanın içinde olanların fikirlerini almadan, fazla düşünülmeden, aceleyle; sadece yukarıdan gelen talimatla veya ısmarlama usulle çıkarılırsa, tabii ki problemler yaşanır. Kendinizin veya siyasi iktidarın menfaatine göre değil de; hak, adalet, eşitlik ilkeleri esas alınarak, kimsenin hakkına tecavüz etmemek üzere hareket edilse ne güzel, ne iyi olmaz mı? Bir de vicdanlı olmak… Esas olan mağdur yaratmamaktır. Milli Eğitim Bakanlığı’nda davaların bu kadar artmasının sebebi çok…
“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” diyor, Şeyh Edebali… Bu çok anlamlı sözü özümseyenler, lafını değil, icraatını yaparlar. MEB yöneticileri personelle kavgayı bırakmalıdır…
Yazık oluyor devletime… Yazık oluyor vatandaşlarıma…