Dinî konularda çok dikkatli olmaya çalışıyorum. Beni bilen bilir: Fakat bilmeyenler veya ilk defa yazımı okuyacaklar için tekrar belirtmek zorundayım. Kendimi hep “şuurlu bir Müslüman” olarak tanımladım. Çocukluğumdan beri inancımı hem yaşamaya hem de öğrenmeye çalıştım ve hâlâ da öğreniyorum. Her konuda olduğu gibi; dinî konularda da radikal, fanatik, tutucu, yobaz veya uçlarda yaşayan biri değilim. Hep ifrattan ve tefritten kaçındım; mümkün olduğunca orta yolu takip ettim, ediyorum.
Son dönemlerde en çok “İslâmiyet” ve “Müslümanlar (!)” tartışılmaktadır. Bunun başlıca sebebi, İslâm’ı referans göstererek (aslında İslâm’ı kullanarak demek lazım) iktidara gelenlerin yaptıklarından kaynaklanmaktadır. Allah’ın emirlerini ve İslâm’î değerleri, özümsemediğimiz için davranışlarımıza da yanlış yansıyor. Değerlerimizi o kadar yerli/yersiz ve hor kullanılıyoruz ki, manevî ağırlığını kaybediyor, ya sıradanlaşıyor ya da basitleşiyor.
Zaten monoton (tek düze) ve günü birlik yaşayan İslâm toplumu olduk. Gelecek kaygımız yok!.. Sanki “robotlaştık”, uzaktan kumanda ediliyoruz. Allah’ın “yapın veya yapmayın” dediği İslâm’ın temel ilkelerini, işimize geldiği gibi tersinden yapıyoruz. Hak - hukuk - adalet dağıtma, yalan söylememe, iftira atmama, fitne çıkarmama, kul hakkı yememe, yolsuzluk - hırsızlık yapmama, insan öldürmeme, işi ehline verme, emanete hıyanet etmeme vs. gibi tüm ahlakî değerleri çiğniyoruz. İbadetlerimizi ise; ya mal, mülk, makam, iktidar sahiplerine (kısacası güçlü olanlara) göstermek ya da şov yapmak için yapıyor, farkında olmadan şuursuzca uyguluyoruz.
Hani, Kafirûn Suresi” (109/6)’nde, “sizin dininiz size, benim dinim de bana.” deniyor ya, ben de bu ayete atfen şöyle diyebilirdim: “Herkesin dini kendine, bana ne”. Ama diyemiyorum!.. Müslümanların haline üzülüyorum, bazen de acıyorum.
Camide, yolda, çeşitli ortamlarda gördüğüm, gözlemlediğim sıradanlaşan değerlerimizden bahsedeceğim. Bir örnekle konuya gireyim: Genel müdürlükte şubemden bir personel, her odama girişinde “Selamünaleyküm” diyordu. Gün boyu sık sık görüştüğümüzden, selam verme işi tekrarlanıp dururdu. Başlarda ses çıkarmadım, selamını aldım. Bir gün kendisini çağırdım ve dedim ki: “Selamın önemini bilen bir insanım. Tabii ki selam vereceksin. Sen bu genel müdürlüğün bir elemanısın, sabahleyin veya odaya ilk geldiğinde bir kez selam verirsin, biz de içtenlikle alırız. Ancak, bir şeyi çok tekrarlarsan, artık onun manevi hazzını alamazsın, sıradanlaşır. Girip-çıkıp selam vermen uygun değil. Lütfen bundan sonra selam verirken buna dikkat et.” dedim. Son zamanlarda Cuma günlerinde, kandillerde, dinî bayramlarda gönderilen kutlama mesajları da aynı değil mi? Sıradanlaşmadı mı? Manevî hazzını alabiliyor musunuz?
Camiye gidiyorsanız fark ediyorsunuzdur; hocalar, namaz öncesi ezanın arkasından ve/veya namaz sonrası cemaate dua ettirirler. İnsanların dualarını kendilerinin yapmasına fırsat vermezler, hemen (mikrofonu kaparlar) başlarlar dua etmeye… Genelde de “Arapça”dır. Çoğu cemaat anlamaz, cılız bir sesle “amin” der. Hoca duayı uzatır da uzatır. Sanki uzatınca, “Allah” duanın hepsini veya içinden bazılarını seçerek kabul edecek. Veya insanın kendisi dua edince “Allah” kabul etmeyecek mi? Oysa, kulun kendisinin dua etmesi daha makbuldür. Bırakın herkes duasını istediği şekilde yapsın. Hocalar, görevleri icabı dua yaptırdıkları için, ortada manevî bir haz ve heyecan da kalmayabiliyor. Sonra neden sadece “Arapça dua”?.. Allah “Türkçe” bilmiyor mu, “Türkçe dua” yapınca kabul etmiyor mu? Ama benim dikkatimi hep bir şey çekmiştir: “Türkçe yapılan dua”da, “amin” sesleri daha gür çıkıyor ve içten söyleniyor.
Her Cuma, hutbenin sonuna doğru hoca “Türkçe” dua eder ve cemaat de bu duaya “amin” diye katılır. Hoca hutbede dua ettirirken; Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz, döviz artışı, gerginlik, stres, ahlâksızlıklar vs. aklıma geldi ve içimden dedim ki: “Herhalde ‘Allah’ dualarımızı kabul etmiyor ki, hiçbir şey düzelmiyor; daha da kötüye gidiyor.” Çünkü Yunus Suresi (10/100)’nde: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz (iman etmez). O, akıllarını kullanmayanları murdar (pislik) kılar.” der. (Farklı meallerde “akıllarını kullanmayanların üzerlerine pislik yağdırır” şeklindedir.)
Evet, dua çok önemlidir: Kabul eder veya etmez, “O”nun bileceği iştir. Şu bir gerçek ki, dua insanı psikolojik olarak rahatlatır. Ancak dua, her şeyi çözen bir sihirli değnek de değildir. Geçen Cuma televizyonda bir hocaya rast geldim, şöyle diyordu: “Aklı olan başkasından dua ister.” Buyur, işte!.. Sen aklını kullanıp bir Müslüman gibi yaşamıyor ve çalışmıyorsan, kendi duandan veya başkasının duasından ne “hayır” gelecek? Bir de bu moda oldu: “Benim için dua et.” Herkes, Hacı Bektaş-ı Veli’nin şu sözüne kulak vermeli: “Ne ararsan kendinde ara.”
Hocalar her halde cemaatin hepsini saf sanıyorlar. Camilerde verilen vaazlar, hutbeler, konuşmalar; gerçekten beni üzüyor. Din görevlilerinin bilgi düzeyleri çok düşük. Bazen aynı vaazda birbiri ile çelişen cümleler kuruyorlar. Öyle laflar ediliyor ki, insanı nerede ise dinden, imandan çıkartacaklar. Kur’an’ın Türkçe mealini, en azından her Ramazan’da bir defa okurum. Bazı ayetlerin üzerinde düşünür, anlamaya çalışırım. Aklıma, mantığıma vurduğum da, yanlış anlam verildiğini düşündüğüm ifadeler de görüyorum. Bilim ve teknolojideki son gelişmeler çerçevesinde, -ayetlerin içeriğine göre- tüm bilim insanlarının da katılacağı bir heyet tarafından “Kur’an Meali”nin yeniden yazılması taraftayım.
Dini çevrelerde devletimiz yıllarca “kâfir devlet, dar-ül harp ülkesi gibi” tanımlarla anıldı. Onun için düşmanla değil de devletimizle mücadele ettiler. Şimdi her şey ellerinde… İslâm Dünyası’nın durumu da meydanda, bölük-pörçük… Şimdi diyeceksiniz: “Ne zaman bir araya geldiler ki?” Üst akıl İslâm dünyasına hâkim. Arslan Tekin (Yeniçağ 10/10/2018): “Müslümanlık ve Krallık yan yana gelir mi? Kutsal mekânlar Suudilerin elinde, Suudiler ise Siyonistlerle iş birliğine gidiyorlar, Hac farizası kabul olunur mu olunmaz mı?” diye soruyor.
Değersizleşen bir sözcük daha: Dost… Arkadaştan daha öte ve değerli olan “dost” sözcüğünü, her önümüze gelene kullanıyoruz. Hiç dostum denmeyecek kişilere “dostum” diyoruz. Her ülkenin başkanı dostumuz (!). Ama dost kazığı yemekten, kandırılmaktan yorulduk. Yoksa hepsi hikâye, hepsi senaryo da biz mi uyanamadık!..
Bugün bütün televizyonlarda, gazetelerde dinden bahsediliyor. Hocalar en aktüel programlar da bile görülüyorlar (Din sömürüsü ve ticareti had safhada). Bilim dışında her şeyi konuşuyorlar: Dinî hikayeler, hurafeler, menkıbeler, rivayetler, nakiller vs. anlatıyorlar. En büyük bütçe Diyanete ayrılıyor. Camiler, imam-hatipler, Kur’an kursları arttı. Ancak, bu kadar algıya / empozeye rağmen, araştırmalar gösteriyor ki; dinden soğuma, camilerden uzaklaşma artıyor, İslâmî hassasiyet (duyarlılık) azalıyor. İnsanlar “Din bu mu?” demeye başladı. İslâm dinine yönelmenin artması beklenirken; ateizm, deizm vs. gibi farklı düşünce ve ideolojilere sapılıyor.
Dinî anlamda büyük meselelerimiz var? Farzlar, vacipler, sünnetler hep birbirine karıştı. Arap gelenekleri - görenekleri sünnet diye öğretiliyor. Müslümanlar bilmediği gibi, hocaları da bilmiyor veya bildiği halde öyle davranıyor: Ayırt edemiyoruz. Nerede ise vacipler, sünnetler; farzların önüne geçti. Hatta gelenekler her şeyin önüne geçti. İslâm’ın temel ilkelerinin yozlaştığı ve Müslümanların da bile bile bu yozlaşmaya göz yumduğu, hatta destek olduğu alenen ortada…
“Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz (Rad, 13/11)” ayeti ve Peygamberimizin: “Siz nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” hadisi mucibince, her halde “Biz Müslümanlar” bunu hak ediyoruz. Bu yüzden de “dualarımız kabul olmuyor”.