Kazakistan’lı Prof.Dr. Dosay KENJETAY’ın “Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi” adlı (Hoca Ahmet Yesevi Ocağı Yayınları, Ankara 2003) kitabından çıkarttığım özete ve alıntılara bağlı kalarak yazımıza devam edelim.
“Yesevi öncesi asırlarda önceleri Abbasilere bağlı Tulunoğulları (868-905), Sacoğulları (890-929), İhşidiler (935-969) gibi yarı bağımsız Türk siyasi beyliklerinin ardından; İdil-Bulgar Hanlığı), Karahanlılar (840-1212), Gazneliler (963-1186), Seçuklular (1038-1194) ve Harzemşahlar (1092-1221) gibi çok önemli Türk İslam devletleri ortaya çıkmıştır. Bununla beraber Eski Türk Düşüncesinin İslam medeniyetiyle olan bütünleşmesi sonucu, yeni Türk İslam Kültürü ve Medeniyeti oluşumunun ikinci safhasına geçilmiştir. Bu safha, tarihte tasavvufun tarikatlar devrine rastlamaktadır.
Tarihte, Türklerin İslam’la ilk teması Sasani Devleti’nin Müslüman Araplar tarafından fethedilmesiyle başlamıştır. Hz.Osman döneminde, 642’de Ahnaf bin Kays önderliğindeki Müslüman Arap askeri, Nihavent savaşından hemen sonra Ceyhun (Amuderya) nehrini geçmişti. Bu olaydan üç yüz yıl sonra Türklerin Müslümanlığı benimseme süreci olumlu neticeler göstermeye başlamıştır.
Önceleri, Emevilerin İslam’ı yaymak anlayışını, yeni toprak elde etmek ve zenginlik ve bollukta yaşamak olarak bildiklerini tarihi belgeler de desteklemektedir. Emevilerin bu meyillerine karşı Orta Asya’da sayısız isyan ve karşı koymaların ve hatta siyasi akımların zuhur etmesi kaçınılmaz bir gerçektir. Daha sonra Abbasilerin (750-1258) hilafetin başına geçmesiyle birlikte, Türklerin Müslümanlaşma süreci hız kazanmıştır. İslam’ın gerçeğini kavrayan Türkler; Kur’an ve Sünnet’e dayanarak, Arap ve Acemlerle mevâlilerin (Arap olmayanların) arasında bu dünya ile ahrette, takvadan başka hiç bir derece ve ayrıcalıklarının olmadığını savunarak, Abbasilerden adalet ve eşitlik talep etmişlerdir. Bunun gibi girişimler sonucunda, Horasan ve Maveraünnehir’deki Türkler devlet işlerinde ve resmi görevlerde yer almaya başlamış ve hilafette mevalilerin ağırlığı artmıştır. Türkler de artık devlet idari sisteminde yer edinmiş ve hilafette eşit hukuk ve sorumluluk sahibi olmaya başlamıştır.
Karluklar, 751 yılında Arap Müslüman askerleri ile birleşip Sırderya (Seyhun) ile Balkaş Gölü arasındaki Talas Muharebesi’nde, Çinlileri Türkistan (Orta Asya) sınırlarından atmışlardır. Bu tarihi savaş Orta Asya’nın kaderini kökünden değiştiren en önemli olay olarak tarih sayfasında yerini almaktadır. Sonuçta Orta Asya Türkleri Çinlileşme tehlikesinden kurtulmuş ve İslam Medeniyeti ile bütünleşmiştir.
Önceleri Araplar, Türkleri sadece savaşçı ruhtaki askeri güç olarak tanımışlardı. Daha sonra Hilafette, nicelik ve nitelik bakımından Türk varlığını ortaya koyan Farabi, İbn Sina, el-Buhari, el-Maturidi, es-Sibeveyh vs. gibi bilginlerin çoğalmasıyla, Araplar Türkleri ciddi bir bilim, kültür, felsefe, tasavvuf, kelam, hadis, dil, sanat vs. yapıcıları olarak tanımaya başlamışlardır. Böylece, Türkler için Abbasilerin ilk dönemi, yani IX-XI.yy. aralığı Müslümanlaşma sürecinin hızla devam ettiği, yukarıda zikrettiğimiz Türk İslam devletlerinin ortaya çıktığı, Türk ve İslam tarihinde en önemli dönüm noktası olarak bilinmektedir.
Burada diğer bir önemli meseleye değinmek istiyoruz. Bu da Türklerin Müslümanlığı ‘kılıç ve güç’ baskısı altında benimsemesi etrafında oluşan kanaatler hakkındadır. Gerçi, önceleri Emevilerin döneminde Türklerin Araplara karşı direndikleri, savaştıkları, esir düştükleri doğrudur. Bunu tarihi belgeler de onaylamaktadır. Ancak, ilk Türk İslam devleti olan İdil-Bulgarlarının (922 yılında Müslümanlığı kabul etmişlerdir), hiçbir şekilde Arap Müslüman askerleriyle teması söz konusu olmamıştır. İdil Bulgarlarından sonra Türk İslam devleti olarak bildiğimiz Karahanlıların (944-945) Müslümanlığı benimsemesinde, Araplar tarafından herhangi bir askeri baskı veya müdahalenin olmadığına tarih şahittir.
Türklerin Müslümanlığı benimsemesinde, güç veya baskı değil ‘eşit sohbet (diyalog)’ zeminindeki ilişkilerin daha ön planda olduğu aşikârdır. Bunun temel iki sebebi olduğu düşünülebilir. Birinci olarak, toprak veya bir devleti güç ile fethetmek mümkün, ama ‘insan denen varlığın baskı ile fethedilmesi zor bir kale’ olduğu hususunda sufilere hak vermek zorundayız. İkinci olarak, Türklerin İslam’la Arap fütuhatı esnasında tanışmalarına rağmen, Müslümanlığın Türkler tarafından benimsenmesi, Arap-Abbasilerin içten dağıldığı, küçük devletlere parçalandığı ve fütuhat yeteneğinin zayıfladığı döneme, yani X.yy. sonlarına rastlamaktadır. Z.Kitapçı, Karahanlı Devletinin Maveraünnehir bölgesi ile İslam hilafeti, yani Müslümanlar ile kâfirler arasında bir sınır (ribat-tampon-aralık) bölge rolünü üstlendiğini kaydetmektedir. Buradan, Türklerin Müslümanlığı benimsemesindeki en önemli ve etken sebep ve şartları, ‘din, toplum ve insan’ üçgeninde aramamızın daha doğru bir tespite götüreceği sonucu çıkmaktadır.
Bu mesele üzerinde yapılmış araştırmaların; bir kısmı, Türklerin Müslümanlaşmasındaki etkenlerin başında, iktisadi ve ticari ilişkilerle İslam bilim merkezlerinin çoğunun Orta Asya’da yoğunlaşması ve gelişmesi olgusunu öne sürüyor ise de; diğer bir kısmı da, bu konuda tasavvufi cereyanların, özellikle dervişlerin rolü ile faaliyetlerinin daha tesirli olduğu noktasında birleşmektedirler.
Bunların dışında, Türklerin Müslümanlaşması gerçeğinin arkasında, o dönemdeki İslam Medeniyetinin diğer kültürlerden daha üstün olduğu, Türklerin İslam dinini benimsemesinde Eski Türk Düşünce sistemindeki Kök (Tek) Tanrı inancı, Tanrıya kurban sunma olgusu, ruhun ebediliği anlayışı, ahlaki değer açısından alp-eren kurumları, eski Türk töresindeki adalet ilkesi, savaşçı ruhu gibi özelliklerin; İslam dinindeki Tek Tanrı, kurban kesme, ruhun ebediliği, ahret anlayışı, mürüvvet ve ahilik ahlakı, adalet gibi anlayış ve kavramlarla biçimsel benzerliklerinin tesirli olduğunu öne sürenler de mevcuttur.
Müslüman tüccarların, Çin, Hindistan ve İdil boyu aralığında ticaretlerini sürdürdükleri ve aynı zamanda İslam’ın yayılmasında da önemli rol üstlendikleri bir gerçektir. Ayrıca, İslam bilim merkezleri olan medreselerin Türklerin Müslümanlaşmasındaki yeri ve önemini de zikretmemiz gerekir. Tarih belgeleri, X.yy. Orta Asya’daki medrese ve ribatların (tekke, zaviye), İslam dinini yayma ve tanıtmada, eğitim ve öğretimde en üst düzeyde olduğunu teyit etmektedir.
Kendine özgü özellikleriyle bilinen Eski Türk Düşünce sistemi de İslam Medeniyetinin oluşumunda bir malzeme düzeyinde kalmadan, İslam dini esasları çerçevesinde yeniden canlanmış ve kökten değişim sürecinin içinde bir manevi birlik zemininde Türk İslam Kültür ve Medeniyet ufuklarını aşmıştır. Bu ufuk, XI-XII.yy. Karahanlılar devrinde Türk dilinde yazılmış eserlerle kendi varlığını net olarak ortaya koymuştur.
Türk İslam tarihinde, Türkler arasında tasavvuf kültürünün yaygınlaşması ve tarikat devrinin başlaması olgusu Hoca Ahmet Yesevi’nin ismi ve faaliyetleriyle doğrudan bağlantılıdır. Yesevilik tarikatı, onun düşünce ve kültürünün oluşum sürecini belirleyen en önemli göstergesidir.”
(Haftaya devam…)