Yıllardır, ülkemizde bayramlar bayram gibi geçmiyor!.. Her konuda olduğu gibi bayramlar da politikacılar tarafından çatışma aracı olarak kullanılıyor.
Diyanet Takvimi’nin 22 Nisan 2023 Cumartesi günkü yaprağının arkasındaki metni okumasaydım, Ramazan Bayramı’nın bu son gününde bu yazıyı yazmayı düşünmezdim. Geçen haftaki "Kadınlar Sormalı" başlıklı yazımı destekler mahiyetteki bu metinde; “Medine’de, öncesinde yapılan hazırlıklarla başlardı bayram. Allah Resulü, bayram namazı öncesinde yoksulların, ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için fıtır sadakasının verilmesini isterdi (Buharî, Zekât, 76). Kendisi de sabah namazı sonrası farklı yollardan bayram namazının kılınacağı musallaya ulaşırdı. Kadınların da iştirak ettikleri bayram namazının kılınması sonrasında bayramlar (Tirmizî, Cum’a, 36); büyük topluluklarının katıldığı coşkulu bir biçimde kutlanırdı. Bu günlerde meşru çerçevede eğlenilmiş ve bazı oyunlar oynanmış/ izlenmiştir. Hatta Hz.Peygamber’in Hz.Aişe ile beraber Mescid-i Nebevî’de Habeşistan’dan gelen bir grubun mızrak-kalkan oyunlarını seyrettiği; onun, bayram münasebetiyle Hz.Aişe’nin yanında genç kızların geçmiş dönem savaşlarıyla ilgili ezgi söylemesine müsaade ettiği bilinmektedir (Buharî, İdeyn, 2-3; Müslim, Salatü’l-ideyn, 17-21). Bu uygulamalar günümüzde yaşatmaya çalıştığımız geleneklerimizin oluşmasına da zemin hazırlamıştır.” denilmektedir.
Görüldüğü üzere; Peygamberimiz, eşi Hz.Ayşe ile birlikte bayram kutluyor, oyunları seyrediyor, eşinin şarkılara/ türkülere eşlik etmesine müsaade ediyor. Bugünkü sözde cemaat, tarikat liderleri ve bazı din adamları ise kadınların camiye gelmelerini bırakın -ellerinden gelse- kadınlara sokağa çıkmayı yasaklayacaklar. Bir Peygamberimizin uygulamasına bakın, bir de bunların söylemlerine!.. Yani, demek istiyorlar ki; “Biz, Peygamberden daha ‘dindarız (!)”. Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?..
Bayramlar
Toplumların genel yas günleri olduğu gibi bayramlar da vardır. Bayramlar, millî ve dinî diye iki grupta değerlendiriliyor. İlkel veya inançsız toplumlarda böyle bir ayırım olmayabilir ama semavi dinlerle tanışan ve inanan milletlerde bu ayırım vardır. Küçük halk topluluklarında dahi önemli görülen bayramlar; büyük, kadim, eski milletlerde çok daha önemlidir.
Bayramlar milletleri, dolayısıyla o milleti meydana getiren bireyleri, birbirine bağlar; sevgiyi, saygıyı, barışı, yakınlaşmayı, kaynaşmayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı sağlar; ortak kültürü ve milli şuuru geliştirir. Örneğin; Allah’ın emirlerini yerine getirmek amacıyla Ramazan’da tuttuğumuz oruç, yaptığımız zekât, fitre ve sadaka gibi ibadetler; hem manevî olarak mutlu olmamıza ve imanımızın kuvvetlenmesine, hem de fakir-fukaranın içinde bulunduğu durumu, yaşantısını, ihtiyaçlarını anlamamıza aracı olur.
Büyükleri ve çocukları sevindirmek, mutlu etmek; aynı zamanda bizim de mutlu ve huzurlu olmamıza yardımcı olur. Tabii ki, İslâm’ı/ inancımızı bilerek ve özümseyerek öğrenmişsek ve sözde değil özde yaşıyorsak… Kısacası, “İyilik eden iyilik bulur.”
Millî şuur ve kültür değerlerimiz
Millî bayramlarımız ise, özellikle kültür değerlerimizin yaşanmasında, canlı tutulmasında, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, millî bilincin oluşmasında çok önemlidir ve millet olmamıza, kaderde, tasada ve kıvançta bir olmamıza katkı sağlar.
Eğer içerde (iç cephede), birlik ve beraberlik içinde olmazsak, güçlü olamayız; güçlü olmayınca da dış güçlerle mücadele yapamayız. Bu zaafımızı anlayan/ bilen düşman -ki teknolojinin hızla geliştiği bu çağda öğrenmemesi mümkün değil- üstümüze daha rahat ve kolay gelir. O halde zamanımızı ve enerjimizi birbirimize karşı kullanmamalıyız. Ne yazık ki, yıllarımız birbirimizle ve iç çatışmayla geçiyor.
Milletin birlik ve bütünlüğünü sağlayacak olanlar, öncelikle başta cumhurbaşkanı olmak üzere devleti yönetenlerdir: “Layıkıyla görevlerini yerine getiriyorlar mı?” sorusunun cevabını siz verin!..
Maalesef! Beş yıldır uygulanan bir ucube sistem yüzünden devletimiz ve kurumlarımız işlemez hale geldi. Bu süre zarfında, sistemin millete de bir katkısı olmadığı gibi aksine ekonomiden güvenliğe kadar her bakımdan büyük zararlara sebep oldu.
Zaten kadim devlet geleneğimize de uymadı. Tarihin derinliklerine, yani geriye doğru gittiğimizde devletin başında bulunan hakanların/ hükümdarların yanında mutlaka ikinci bir kişi bulunmakta ve esasen devleti bu kişi idare etmektedir. Bu makam, tarihte çeşitli adlarla anılsa da Osmanlı’da vezir, sonra sadrazam ve bir ara başvekil; Türkiye Cumhuriyeti’nde ise başvekil ve sonra Başbakan olmuştur. En ünlü vezirimiz ise 2.Göktürk (Kutluk) Devleti sırasında görev yapan Bilge Tonyukuk’tur.
Yılmaz Öztuna’nın Büyük Türkiye Tarihi adlı eserinde belirttiği üzere; “Türk’ adını ilk defa resmen devlet adı olarak aldılar. Kendilerine ve devlete ‘Türk’ dediler. Kitabelerde böyle geçer. ‘İlahi, Semavi Türk’ demek olan ‘Köktürk= Göktürk’ çok daha nadiren geçmektedir. Göktürk Hanedanı, Aşina Sülalesi’ndendir ve Hunlar, Tabgaçlar gibi aynı atadan inmektedirler. Oğuz Türkü idiler (c.1, s.67).
Yine Öztuna diyor ki; “Kültür, daima ve kesin şekilde millîdir. Her kültür, bir milletin hayatının maddi olmıyan taraflarının yekûnudur. Bir milletin bütün san’at faaliyetlerinin, örf ve adetlerinin, tefekkür ve inançlarının, telâkki ve davranışlarının toplamı, o milletin kültürüdür. …Müsbet ilimler, fen ve teknik, milletlerarasıdır, kozmopolittir, millî kültür unsuru değildir. …Halbuki medeniyet milletlerarası bir şeydir ve teknikten ibarettir.
Yeryüzünde bugün ve en geniş ölçüde mazide saf hiçbir ırk, kavim, millet ve dil olmadığı gibi, saf bir kültür de yoktur. Bu gerçek, kültürlerin tamamen ve yalnız millî olmaları ile çelişmez.
Milletlerin kültürleri arasında az veya çok ölçüde, fakat mutlaka kültür alışverişleri olur (c.10, s.437).
En gerçek savaş, ordularla yapılan bildiğimiz savaş değil, eğitim, sanat, propaganda, dil ve kalemle yapılan kültür savaşıdır. Bunu kavrayamayan, iktisadi kalkınmaya öncelik tanıyıp milli kültürle paralellik kuramayan devlet adamları, milletin gözbebeği haline gelseler bile düşmeye, hatta yok olmaya mahkumdur.
İnsansa, maddî cephesinin yanında bir de aynı değerde manevî cephesi olan varlıktır. Birinin eksik olması, insanı bedbaht eder (c.10, s.439)”.
Her şeyin başı eğitimdir. Çocuklarımıza “millî şuur”u eğitimle verebiliriz. Yirmi bir yıldır uygulanan politikalarla “millî kültür değerleri”mizi çocuklarımıza aktaramadığımız gibi aksine bu değerlerden uzaklaşılıyor. Özellikle “Türklük bilinci”nin oluşmaması için çaba gösteriliyor. Mesela; okullarda “andımız” okutulmuyor, tabelalardan “T.C” siliniyor, Atatürk’ün “Ne mutlu, Türk'üm diyene!” sözü kaldırılıyor ve benzeri uygulamalar... Ama ne yaptılarsa gerçekleştiremediler, gönüllerden silemediler. Çünkü bunlar Türk Milleti’nin varlık sebepleridir. Aynen “Bengü taşlar” gibi gönlümüze kazınmışlardır.
Varsa-yoksa “din eğitimi” diyorlar ama onu da beceremiyorlar; “din diye” Arap kültürünü yansıtıyorlar. Duygusal bir millet olduğumuzdan çabucak kanıyoruz/ kandırılıyoruz.
Önümüzde seçim var: Bakalım, “Türk Milleti” bu seçimde kandığını mı, yoksa kanmadığını mı gösterecek?..
Bayramlar bayram mı olacak?..