İnalcık Hoca (Tarihçilerin Kutbu, Emine Çaykara, İş Bankası Yayın.,2005); “…Tanzimat devrinde de tanzimatçıların örnek aldığı kanun rejimi Fransız rejimidir. Batılılaşma tarihimizde Fransa daima örnek alınmıştır. II.Meşrutiyet’te Garpçılara örnek yine Fransa’dır.
Garpçılar, Meşrutiyet devrinde radikal reform isteyen garplılaşma taraftarı aydınlar grubu. Atatürk ve genç subaylar onları okuyor. Atatürk’ün temel reformları bu akımla sıkı ilişki içindedir.
Siyasî bir akım... Fransa’da Auguste Compte’tan beri var. İttihâd ve Terakki’nin gayesi imparatorluğun dağılmasını önlemek. Ermeni, Rum gibi azınlıklara aynı haklar tanınsın ve anayasa garantisi altında birlik olsun; Rumeli’de, Makedonya’da savaşan subaylar bunları okuyor tabii. Başka bir hürriyetçi, Diyarbakır’da bir gazete çıkararak mücadele eden Ziya Gökalp. O zaman Fransız sosyolojisi çok revaçta; Gökalp, Durkheim sosyolojisini izliyor. İttihâd Terakki komitesi onu Selanik’e çağırıyor, ‘Partimizin ideolojisini oluştur’ diyorlar (s.287).
Durkheim, Fransız toplumundaki bunalımı ifade eden, onun tesiri altında sosyolojisine şekil veren bir sosyolog. Yapısalcı bir yaklaşımı var. Ne diyor? Ferd değil toplum esastır; ferdi yaratan, onun zihnini, ideolojisini toplumun şartları şekillendirir... Bireyin dışında, görünmeyen başka bir realite vardır ki bu toplum realitesidir; işte bu sosyal realite organik bir realite gibidir.
Ziya Gökalp, örfü âdâtın önemini belirtirken şöyle bir misal verir. ‘Siz Paris’te şalvarlı, türbanlı gezerseniz herkes size güler. Bu bir örftür. Yani Fransız gibi giyinmezseniz olmaz. Türk’ün de buna göre bir örfü var, asırlar boyunca oluşmuştur, kendi müziği vardır; köylüye Mozart’ı dinletemezsiniz.’ Ziya Gökalp, Durkheim gibi, ferdin dışında bir sosyal realite kabul ediyor. İşte II.Meşrutiyet’te genç subaylar, onun fikirlerinden ilham alıyor. Sonradan darbe yapılınca, Abdülhamid’e Kanun-i Esasî kabul ettiriliyor, 31 Mart irtica ayaklanması oluyor, Abdülhamid’i tahttan indirip Reşad’ı tahta çıkarıyorlar ve bütün iktidar İttihâd Terakki’nin, yani ordunun elinde oluyor. Abdülhamid düştükten sonra büyük bir fikir hareketi oluşuyor, Fransızca’dan tercümeler yapılıyor.
Başka bir cereyan, Alfred Fouillé tarafından temsil edilmiştir. Toplumu yürüten kuvvet, fikirdir, buna ‘idée-force’ diyor. Bir fikir ortaya atılır, iyi kabul görür, yaygınlaşır, topluma istikâmet verir. Meselâ Atatürk’te Batılılaşma fikri bir idée-force'dir (s.288).
‘Ben ve öteki’ şunu ifade ediyor: İnsan, kültürce belli bir toplum içindedir, örf ve âdâtı, kültürü farklı başka cemaat ve dinden olana düşman gözüyle bakar. Bir misal olarak, Amerika bugün dünyada en büyük güç, Amerikan kültürünün kendine has inançları vardır; demokrasi ve insan hakları Amerikalı için idealdir. Çünkü Amerikan toplumu ona dayanır, anayasada böyle ifade edilir. Irak’a gelirken zannettiler ki, Irak halkı Amerikalı gibi aynı mitlere inanacak, hürriyet ve demokrasi geliyor, diye sevinecektir. Amerikalı, Saddam’ı bertaraf edersem, bütün halk ‘hoş geldiniz’ diyecek sanıyordu. Halbuki pek çok Iraklı için Saddam kahramandı, Amerika’ya meydan okuyordu.
Zihniyeti farklı. İşte Lévi-Strauss’un üzerinde durduğu nokta bu. Strauss’un bu sosyolojik gözlemi birtakım tarihî gelişmeleri açıkladığı için tarihçiler için de önemli görüldü (s.289-290)
Ziya Gökalp’e göre bir milleti yapan bütün kültür unsurları -dil, din, sanat, âdetler- geleneksel kültürü oluşturur, bunlar özel kültürü o millete özgü halk ruhunu aksettirir. Fuad Bey bütün kariyerinde bu esas görüşe sahip olmuştur (s.293).
Tabii, bu düşünce hareketleri Mustafa Kemal’e de ilham vermiştir... Köprülü, Türkiye Tarihi diye bir kitap çıkardı, tam 1923’te. 1924’ten önce Maarif Vekaleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı oldu. Mustafa Kemal onun araştırmalarını takdir ediyordu, çünkü yeni devletin felsefesine, kültür istikâmetine tam uygun bir bilgindi, Fuad Bey onun devrinde parladı. DTCF’ni kurduğunda ona Orta Çağ Kürsüsü’nü verdi. Türkiyat Enstitüsü devam ederken Köprülü Türk Hukuk ve İktisat Tarihi mecmuasını çıkarıyor (s.294).
Burada ilginç bir nokta var, Atatürk’ün Batılılaşma felsefesiyle sosyologların kültür teorisi arasındaki aykırılık bugün tartışılmakta. Atatürk’ün inandığı şey şuydu: Bir toplum kanunlarla, birtakım önlemlerle başka bir kültüre intibak ettirilebilir, harfleri değişir, şapkası değişir, kılık kıyafeti değişir; fabrikalar yapılır, senfoni orkestraları kurulur. Böylece o toplum Batılılaşır. Fakat Sosyolog Emile Durkheim ve Ziya Gökalp’le başlayan sosyoloji ekolü, ‘Bir kültür bir milletin ruhu gibidir, organik bir şeydir; hayat görüşüyle, müziğiyle, âdet ve ananesiyle, ölüsünü mezara gömüşüyle kültür organik bir bütündür. Nasıl bir organizmaya dışardan bir şey ithal ederseniz, onu reddeder, kültür de böyle bir şeydir’ diyorlar (s.58).
Onu bozamazsınız. Dışardan gelenleri reddeder, her organizma gibi... Ziya Gökalp’in sosyoloji felsefesi buydu. Son zamanlarda İsrailli büyük sosyolog Eisenstadt muhtelif yazılarında buna yakın bir görüşle, Türkiye üzerine de yazdı. ‘Gelenekçi dünya kültürleri Batı kültürünü benimsemek ve bu suretle Batılılaşmak hevesi içindedir, sosyolojik incelemelere göre tam kültürleşme mümkün olmaz’ diyor. Yani Batı kültürü yerli kültürle karışır ve başka bir terkip ortaya çıkar. Bugün Türk cemiyetinin vardığı noktaya, seçimlere bakarsak, Ziya Gökalp ve Eisenstadt haklı görünürler… (s.59).
…işte Ziya Gökalp onun üzerinde duruyor; bir milletin öz yaşam kültürü başkadır, modern vasıtaları benimsemek başkadır. Bir buçuk yüzyıl Batılılaşmak için, Batı’dan bazı şeyleri almışız, bazı şeylerini almamışız. Osmanlı’nın yaptığı yarım Batılılaşma bizi Avrupa seviyesine getirmedi.
Atatürk’ün hareket noktası şu: Batılılaşmadığımız taktirde bu dünyada bize hayat yoktur. Ata tam Batılılaşmayı hayati bir problem olarak görür. Nedir millî kültür? Millî şarkılar, âdetler, musiki, Gökalp’e göre, bunlar bir milletin ruhunu gösterir ve organik bir bütündür. Gökalp, hiçbir şekilde, milli varlığı oluşturan millî kültürü, âdetlerimizi bırakmayacağız, diyordu (s.232).
Fikir tarihimizde iki felsefe karşılaştı. Ziya Gökalp ve Batılılaşma taraftarları diyorlar ki, ‘Millî âdetlerimizi muhafaza edeceğiz, bu milletin ruhudur; milli varlık bağımsızlığın temelidir, ama Batı’nın teknolojisini, ilmini alacağız.’ Atatürk’ün felsefesi ise şu: Bu ikisi ayrı şeyler değildir, bu yola gidersek Batılılaşamayız... Sofya’da, bir sene Fethi Okyar’ın yanında ateşe olarak bulunduğunda Bulgar Batılılaşmasından çok etkilendi. Bulgar, medeni Avrupalı, biz hâlâ poturla, çarıkla geziyoruz, tüm sembolleriyle Batılılaşacağız, diyor Ata (s.232).
Etrafındakiler diyorlar ki, ‘Efendim uzunca bir geçiş devresi olsun.’ Ata, ‘Yok’ diyor, ‘devrim aniden, yukarıdan yapılmalı, eğer sürüncemede bırakılırsa devrim olmaz, gerçekleşmez.’ Atatürk’ün yöntemi yukarıdan hızlı değişim, yani inkılâp, bir kurmay subay gibi her şeyden önce, bir plân yapıyor ve hızla uygulamaya geçiyor (s.86-87).”
Haftaya devam…