“Niçin cariyelerle evlendiler?” sorusunu, Yılmaz Öztuna "Büyük Türkiye Tarihi" adlı eserinde şöyle açıklamaktadır: “Anadolu hanedanları ortadan kalktı. Şimdi Osmanoğulları kiminle evleneceklerdi? Annesi Türk aslından olan sonuncu padişah Kanuni idi. Onun saltanatı ile beraber eskiden tek tük olan, daha doğrusu çocuk doğduğu zaman başvurulan cariye ile evlenme yaygınlaştı; hatta tek kaynak durumuna geldi.
Tanınmış bir aileye mensup kızla evlenmenin bir padişah veya şehzade için o asırlarda sonsuz mahzurlar vardı. …Padişahın annesi veya zevcesi yoluyla İstanbul’da veya taşrada akrabasının mevcud olması çok mahzurluydu. Az zamanda şurada veya burada, herhalde İstanbul’da padişahın anne tarafından büyük babası türiyecekti. Bu ana tarafından akrabalar saraya doluşacak, önce şahsi, sonra siyasi isteklerde bulunacak, istekleri yerine getirilmeyenler kan bağına güvenip entrikalara girişecek, bu entrikalar kanlı olabilecek, devlet güvenliği, belki bütünlüğü sarsılacaktı. Padişahın akrabaları mutlaka akraba oldukları şehzade lehine entrikaya girişeceklerdi (c.8/S.211).”
Şehzadelerin evliliği
“İslâm’da hemen bütün hanedanlarda ana tarafından neseb aranmamıştır. Bunun Abbasi Hanedanı gibi bazı istisnaları varsa da, o hanedanda bile cariyeden doğmuş bir çok şehzade halife olabilmiştir. İslâm’dan önceki Türk Hanedanlıklarında ana nesebine de ehemmiyet verilir, fakat hakanlık kanı tabiatiyle yalnız babadan geçerdi.
…anne nesebinin Osmanoğullarında hiçbir rolü ve imtiyazı yoktur (c.8/s.162).
II.Selim’den önceki ilk 12 padişahın -I.Murad hariç- anneleri Türk asıllıdır. II.Selim’den itibaren hiçbirisinin annesi Türk asıllı değildir. Fakat tabiatiyle bunların asıllarıyle hiçbir alakâları kalmamış, her bakımdan Türk’leşmişlerdir. Hemen hepsi anadillerini bilmiyorlardı. III.Mehmed’in annesi bir İtalyan asili olan Safiyye Valide-Sultan, anadilini unutmıyan nâdir padişah zevcelerinden biridir (c.8/s.209).
XVII.asır başlarından Tanzimat’a kadar şehzadeler evlenemezler, kız ve erkek çocuk yapamazlardı. İstisnalar vardır ama çok değildir. Yalnız büluğ yaşına gelmiş şehzadeye, istediği kadar cariye verilirdi. Fakat bunlarla evlenemezdi. Devletin birliği için konan bu çirkin kaide, Tanzimat’tan sonra ortadan kalktı. Fakat 1839’dan sonra da şehzadeler, İstanbullu ailelerle padişahın akrabalık kurmasından eski asırlardan beri korkulduğu için, hemen hepsi Çerkes, bazıları Gürcü, Abaza ve Türk olan cariyeleri nikahladılar. XX.asırda her çeşit kızla evlenmeye başladılar. Sultanlarla, Mısır, Arnavutluk hanedanından prenseslerle, tanınmış İstanbullu ailelerin kızlarıyla, tanınmamış mütevazı ailelerin kızlarıyla… (c.8/s.175).
XVII.asrın ilk yıllarından I.Abdülmecid devrinin (1839-1861) sonlarına kadar, şehzadelerin kız veya erkek çocuğu olmasına izin verilmezdi. Bu 2,5 asır zarfında şehzadeler resmen evlenemezler, cariye kullanırlardı. Hamile kalan cariye, çocuğu düşürmeye mecburdu (c.8/s.102).
Şehzadelerin XVII.asır başlarından XIX.asır ortalarına kadar 2,5 asır çocuklarının olmasına izin verilmemesi sayesindedir ki Hanedan ve bunun neticesi olarak imparatorluk birçok tarihçinin inanılmaz gibi gördükleri resanetini ve devamlılığını sağlıyabilmiştir. Selçukoğulları, Timuroğulları gibi ulu Türk hanedanları bu yüzden yıkılmıştı ve Osmanlılar da bunu çok iyi biliyorlardı. Cengizoğullarında da öyle olmuştu (c.8/s.210-211).
XVIII ve XIX.asırlarda doğan bütün şehzade ve sultanların -bu arada padişahların- anneleri Çerkes asıllı, bir ikisi diğer Kafkas ırklarındandır (Gürcü veya Abaza). İlk 20 yılı hariç XVI ve XVII.asırlarda doğan Osmanoğulları’nın (padişah, şehzade, sultan) annelerinin menşeleri çeşitlidir. 1520’den önce doğanlarla XX.asırda doğanların çoğunun anneleri Türk asıllıdır (c.8/s.159).
Tanzimat’tan sonra sarayda yalnız Kuzey Kafkasyalı ve büyük ekseriyette Çerkes cariye kaldığı, padişahlar da bunlarla evlendiği için pek büyük çoğunluğu mavi gözlü ve sarışındır. Son sultan ve şehzadelerin tipleri de bu yüzden değişmiştir. Esmerce, koyu gözlü, şahin burunlu Osmanoğulları yerine, gene şahin burunlu, fakat mavi gözlü, sarışın veya açık kumrallar çoğalmıştır (benim bildiğim kadarıyla mavi gözlü tek padişah ise Sultan Reşad’dır. Sultan Mecid’in oğludur.) (c.8/s.193-194).”
Harem
“İbnü Battûta, o zamanlar Türkler’de kadınların erkekten kaçma adeti olmadığı için Orhan Gazi’nin zevcesi ve Süleyman Paşa ile Sultan Murad’ın annesi Nilüfer Hatun’la da görüşmüştür (c.2/s.280).
II.Abdülhamid devrinde çarşaf kabul edildiği zaman da Hanedan üyeleri ve bütün saray kadınları (cariyeler dahil) asla çarşaf giymemişlerdir (c.8/s.194).
Harem’in manası… Bir evde kadınlara mahsus daire (lügat manası yasak yerdir).
Harem-i Hümâyûn; padişahın zevceleri, odalıkları, çocukları, hanedan üyelerinden diğer birkaç akrabası ile beraber yaşadığı saray kısmıydı (c.8/s.230).
Harem konusunda Prof.Dr.Halil İnalcık (Tarihçilerin Kutbu Söyleşi, Emine Çaykara, İş Bankası Yayın.,2005) hoca da; “Padişahın asıl sarayı, merasim kapısı kubbeli Darussaade arkasındaki saraydır; Enderun (iç saray) adıyla anılır (Birun: Dış saray). Enderun da iki kısımdır, bir Akağaların idaresinde bulunan ve sultanın günlük hayatını yaşadığı kısım, bir de harem. Harem, Kanunî zamanında Hürrem Sultan’la Topkapı’ya geliyor; daha önce kadınlar Bayezit’te, Eski Saray’da kalırlardı (s.437).
Biliyorsunuz, Süleyman ona nikâh yaptı. Yoksa padişahla buluşacak cariyeleri Valide Sultan takdim ederdi; Valide Sultan, ikinci sultan gibidir, haremde hâkimdir, öyle bir cariye sultanın karşısına geçip de sultanın fantezisini celbedemezdi... (s.438).
O zamanki toplumun ahlâk kurallarını, değer yargılarını hesaba katmak gerek. O dönemde bir adamın dört karısı ve cariyeleri olabiliyordu, kötülenmiyordu, bugün kötülüyoruz. Bugünkü ahlâk kurallarımızla onları muhakeme edemeyiz, ancak neler yaşandığını anlamaya çalışabiliriz (s.465).
Hareme giren kızlar sarayda özel eğitime tâbi tutuluyor, hazırlanıyor. Meselâ, kaba saba bir Çerkez kızı gelmiş, kalfalar onu terbiye ederler, dayak da atarlar... Kalfalar genelde zencidir. Kıza salınarak yürümesini, güzel konuşmasını, şarkı söylemesini, hikâye anlatmasını öğretirler… Padişah yattığı zaman yatağın yanında cariye ona hikâye anlatır. Hürrem’in Süleyman’a mektuplarından iyi Türkçe bilmediğini, kaba saba yazdığını görürüz. Kadınlar haseki oluncaya kadar, yani padişaha takdim edilecek seviyeye gelene kadar imtihandan geçerler. Cariyeleri valide sultan ve onun emrindeki ‘kadınlar’ kontrol eder (s.465-466).
Fatih’in annesi, cariyeydi ve Hıristiyandı. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun da Rum’du. Bütün Osmanlı hanedanı Nilüfer’den, bir Rum hatundan geliyor. Neye hizmet etmek için bilmiyorum ama bazıları ‘Türklüğü ileri sürmeyin, karışığız, yarı Rumuz’ diyor. Bu da manasız. Türk çok eski zamandan beri var. Orhon Nehri kıyısında, 8.yüzyılda kendini Gök (Kök) Türk diyen atalardan beri kavim olarak Türklük bilinci var. 15.yüzyıl tarihçisi Âşıkpaşazâde’yi okuyun, hep ‘Türk kapuyu aldı, Türk arkalandı’ der. O zaman devlet, hanedan demek olduğu için ‘Osmanlı devleti’ diyoruz, yani… kavim olarak Türklüğünü gayet iyi biliyor. Evliya Çelebi o kadar iyi biliyor ki, ‘biz Türkler Orta Asya’dan geldik’ der (s.459).”