12/09/2021 tarihli “Hedef Başka Yön Başka” başlıklı yazımda; “Birçok tarihçimizin, o tarihlerde Sultan Alparslan’ın Bizans’la savaşmak gibi bir hedefinin olmadığını, esas hedefinin Mısır’daki Şii Fatimîler olduğunu; Romen Diyojen komutasındaki Bizans ordusunun Türk yerleşim yerlerine saldırması sebebiyle yönünü Malazgirt’e döndürdüğünü” ifade etmiştim.
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “Alparslan; Romanos Diogenes’le yapılan anlaşmayı Bizanslıların tanımaması üzerine Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a, Ege’ye ve Marmara’ya kadar Anadolu kıtasının açılmasını emretmiştir (c.1/s.420).
Alparslan, savaştan sonra İsfahan’a dönmüştür.
TDV.İslam Ans.’ne “Alparslan” maddesini yazan Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu: (Türkistan Seferi’ne çıkan) “Alparslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlı topraklarında ilerlerken bir süre muhasaraya direndikten sonra teslim olarak huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı Yûsuf Hârizmî (Barzemî) tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı, dört gün sonra da (24 Kasım 1072) şehid oldu (c.2/s.526-530)” demektedir.
Fransız yazar A.de Lamartine (Türkiye Tarihi, Aşiretten Devlete, Tercüman 1001 Temel Eser); “Ölümle pençeleşen Alpaslan şöyle konuştu: ‘Bunu hak ettim. Gençliğimde bir âlim bana, Tanrı önünde alçak gönüllü olmak, kuvvetine güvenmemek ve düşmanlarını hor görmemek gerektiğini öğütlemişti. Ben ise bu öğütleri tutmadım ve kibrim yüzünden cezalandırıldım. Dün, tahtımın üzerinde askerlerimi ve onların disiplinini, cesaretini seyrederken, dünyanın atımın ayakları altında titrediğini sanıyordum. Kendi kendime: Sen, dünyanın en büyük efendisi ve yenilmez savaşçısısın diyordum; halbuki şimdi ölüyorum ve bu ordular artık benim değil!..’
Onu Selçuk sultanlarının kabrine gömdüler ve mezar taşının üzerine şunları yazdılar: Alparslan’ın şanının göğe yükseldiğini görenler; buraya gelin ve onun toprağına bakın!..
Alparslan’ın ölümünden sonra, Selçuk Türkleri Melikşah’ın ve varislerinin muzafferâne idaresi altında batı Asya’ya yayılmaya devam ettiler ve Rum İmparatorluğunu gitgide başkentinin surları içine soktular. Evdoksiya’nın oğulları, Avrupa yakası saraylarının karşısında, Üsküdar civarlarında Türk emirlerine ziyafetler veriyorlardı (c.1/s.54-55).”
Melikşah Dönemi
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “Sultan Melik-Şah, nihayet 1077’de Süleyman Şah’a Anadolu hükümdarlığını veren tarihi fermanı imzaladı. Başkenti İznik olmak üzere ölümsüz Türkiye devleti (Anadolu Selçuklu Devleti) kurulmuş oldu (c.1/s.423).
Sultan Melik-Şah’ı takiben Müslümanlar’ın ruhani başkanı olan Abbasi Halifesi de Süleyman-Şah’a menşur göndererek ‘sultan=imparator’ diye hitap etmiş ve bu suretle dini bakımdan da hükümdarlığını tasdik eylemiştir. ‘Sultan’, ‘Şah’ gibi en yüksek unvanları takınan I.Süleyman Şah, Anadolu’yu fethettiği için ‘Gazi’ sanını da aldı (c.1/s.423).
1080’den sonra Güney Marmara kıyıları bizzat Süleyman Şah tarafından fethedildi. 1080’de Süleyman Şah, Boğaz’ın Anadolu kıyısına …gümrük idaresi kurdu; geçen gemilerden resim (vergi) almaya başladı. Karadeniz’in kilidi Türkler’in eline geçmişti (c.1/s.424).
…Kapıdağı Yarımadası’nı almış ve Çanakkale Boğazı’nın Asya sahillerini de ele geçirmişti. Bu suretle her iki Boğaz’ın da Asya kıyıları Türkler’de idi (c.1/s.425).
Süleyman Şah’ın kumandanlarından Buldacı Bey, 1085 başlarında Maraş, Elbistan, Göksun, Besni kalelerini fethetti. Anadolu’da Türk Birliği kurulmuştu (c.1/s.427).
1084’te Karatekin Bey de Sinop limanını aldı. Bu suretle Karadeniz kıyıları da tamamen Türk idaresine geçti (c.1/s.427).
Çaka Bey ise, İzmir’i fethetti ve İzmir Körfezi’nde pek kudretli bir donanma yaptırarak Türkiye’nin ilk deniz kuvvetinin kurucusu oldu… (c.1/s.427).
Bütün tarihçiler tarafından ‘Anadolu Fatihi’ diye anılan ve dünya coğrafyasına ebediyen ‘Türkiye’ diye geçen bu ülkede Türkler’in ikinci anayurdunu tesis eden Süleyman Şah, 1085’e doğru kurucusu olduğu Türkiye devletinin birliğini temin etmiş görünmektedir. Süleyman Şah’ın ölümünden sonra bu birlik bozulacaksa da onun torunları, yeniden Anadolu birliğini kurmak işini başaracaklardır.
Bununla beraber Türkiye devletinin, Büyük Türk Hakanlığı’nı teşkil eden 12 büyük ülkeden biri olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Türkiye’de hutbelerde adet olduğu üzere önce Halife’nin, sonra Büyük Türk Hakanı’nın, sonra Türkiye hükümdarının isimleri zikrediliyordu. Büyük Türk Hakanı, Anadolu bir gazâ ve cihad yurdu olduğu için, her yıl muazzam para, asker yardımı yaptığı gibi, senede birkaç yüz bin Türk’ü yerleşmek üzere buraya sevk ediyordu.
Türkiye, nasıl Büyük Türk Hakanlığı’nın tabî bir parçası ise Türkiye’ye tâbî küçük devletler de vardı. Anadolu’nun fethinde hizmet etmiş kumandanlar, bu bölgelerde irsî beylik kurmuşlardı. Bunlar önce ‘emir=prens’ ve ‘emir-i kebir=büyük prens’ diye anılırlarken sonradan ‘melik=kral’ unvanının da takınmışlardır (c.1/s.427-428).
Türkiye’nin ilk başbakanı yani Süleyman Şah’ın vezirinin adını da buraya kaydetmek lâzımdır; bu zat, Tahir oğlu Hasan Şehristani’dir (c.1/s.429).”
Dr.Arslan Tekin de “Türk’ün Tarihi” adlı eserinde; “Bizans’a isyan eden General N. Botaniates’in, Türklerin yardımıyla, imparatorluk tacını giydiği günlerde (3 Nisan 1078) İzmit ve bütün Kocaeli Türk hakimiyetine geçti (s.307).
Bu sıralarda Melikşah’ın, Bağdat’ta, halife ile arası açıldı ve Sultan, halifeye 10 gün içinde Bağdat’ı terk etmesini bildirdi. Ancak, bu sürenin bitiminden önce, 20 Kasım 1092 günü Melikşah, Halife El Muktedi Billah ile Terken Hatun’un iş birliği sonucu zehirlenerek öldürüldü (s.311).”
Türkiye adı
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “1071’i takip eden seneler, Türklüğün sihirli yıllarıdır. Daha 1085’te Avrupa’da Anadolu’nun adı ‘Turquie=Türkiye, Türk yurdu’ olmuştu (c.1/s.424).
Mesela XI.asırda Anadolu’nun adı, Avrupalılara göre ‘Romania’dır. Yani ‘Roma ülkesi’. Bilindiği gibi Bizans imparatorluğu, Roma imparatorluğudur ve tabiatiyle Bizans hakimiyetindeki büyük ülke de ‘Roma ülkesi’. Ancak XII.asır Avrupa müellifleri artık Anadolu hakkında ‘Romania’ değil, ‘Turcia=Turquia’ kelimesini kullanırlar. Gerçekten Anadolu ‘Türkiye’ yani ‘Türk ülkesi’ olmuştur. Marco Polo’ya göre bir Turkia (bazı kaynaklarda da Turgomania = Türkmenistan) vardır, Anadolu’dur; Selçuklu hanedanı saltanat sürer, bir de ‘Büyük Türkiye’ vardır: Tuna’dan Çin Denizi’ne kadar bütün Kuzey Asya ‘Büyük Türkiye’dir, yani bugün ki Türkistan mefhumunu çok aşan bir tabirdir.
Türklere göre ise Anadolu’nun adı ‘Rûm’ veya ‘Diyar-ı Rûm’dur. Türklerin ‘Romania =Roma ülkesi’ tabirini benimsedikleri açıktır. Rûmî, bütün İslâm kaynaklarında ‘Anadolulu, Türkiyeli, Batı Türk’ü, Selçuklu’ ve sonradan ‘Osmanlı’ manasındadır: Celâleddin Rûmî, ‘Türkiyeli Celâleddin’ demektir (c.8/s.363-364).
Dr.Rıza Nur’un (Türk Tarihi) isimli eserinde; “Malumdur ki, Anadolu’ya Araplar ve Acemler, Romalılara nisbeten ‘İklim-i Rum’ veya sadece ‘Rum’ (veya Bilad-ı Rum) diyorlardı. Anadolu Selçuklu padişahlarına da bu adı izafe ederek ‘Sultan-ı Rum’ demişlerdi. …Rum, ‘Yunanlı’ demek değildir; ‘Bizanslı’ manasınadır (c.3/s.17).”
Yazımı, Dr.Arslan Tekin’in bir cümlesiyle bağlayacağım: “Zaten Türk devletleri, dışarıdan gelen darbelerle değil, genellikle iç mücadele sonucunda çökmekteydiler. (s.303)”