(Belki dikkatinizi çekmiştir: Yazılarımda kendi düşüncelerimden daha çok okuduğum yerli veya yabancı yazarların eserlerinden seçtiğim metinlere yer veriyorum. Amacım; değerlendirmeyi size bırakmaktır.)
Rene Grousset (Stepler İmparatorluğu, TTK-2011): “Türk mitoloiisinde birkaç ilah daha vardır. Bunlardan ilahe Umay çocukları korur. Sayısız birçok cinler de ‘yerde ve sularda (bugünkü Türkçe’de yer-su)’ otururlar. Bunlar arasında bilhassa dağlarda, kaynaklarda oturanlara rastlanır. Bundan başka Cengiz Han devrinde ve kanunlarında tapınmanın devam eylediğini göreceğimiz mukaddes mahaller (Iduk) vardır (s.102).
Koşo Çaydam kitabesinde (Kutluğ Kağan); ‘Yukarıda, gökte Türk Tanrısı ve Türklerin mukaddes toprak ve su perileri şunu yaptılar; Türk kavminin katiyen mahvolmaması, yeniden bir millet haline gelmesi için, atam İlteriş Kağan’ı, anam İlbilge Hatun'u göğe yükselttiler ve orada tuttular (s.118).
(Cengiz Han) 18 Ağustos 1 227'de yetmiş iki yaşında vefat etti: Cesedi, Kerulen ve Onon ırmaklarının kaynağında, evvelce Tengri’nin kendisiyle konuştuğu mukaddes Burkan Kaldun (bugünkü Kentey) Dağı civarında gömüldü (s.257).
Cuveyni ve Reşideddin; Batu’nun harpten önce, dedesi gibi Moğolların yüce Tengri’si, Gökten bir gün bir gece yardım dilemek için bir tepeye çıktığını söylemektedirler (s.275).
Güyük, zaten hakimiyetini ilahi hukuka irca etmektedir. O ‘Ezeli ve Ebedi Gök (Türkçe’de Mengü Tengri; Moğolca’da Mongka Tengri)’ adına, uluhiyetin en yüksek mümessili, muhtelif dinlerin hakemi sıfatıyla konuşmaktadır (s.279).
Rubrouck (Wilhelm Von Rubruk), Mongka tarafından Saint Louis’ye gönderilen şu cevapla beraber 18 Ağustos 1254’de Karakurum’u terk etti: ‘Ezeli ve Ebedi Göğün buyruğu böyledir. Gökte bir Tanrı olduğu gibi yeryüzünde de bir hükümdar, Tanrı’nın oğlu Cengiz Han vardır’ ve Mongka, Ezeli ve Ebedi Göğün ve onun yeryüzündeki mümessili Kağan namına Fransa Kralı’na tabiliği kabul etmesini emretmekte idi (s.289).”
Prof.Dr. Bahaeddin Ögel (Türklerde Devlet Anlayışı, Ötüken Neşriyat-2016); “Tek Tanrılı dinin veya monotheism’in çok erken olarak doğuşunu belki de Türklerin yaşayış ve çevrelerine bağlayabiliriz s.(34). …Gök dini veya gökle ilgili inançların gelişmesi, Kuzey Çin’i daha önce tek Tanrı düşüncesine, daha iyisi tek kutluluğa doğru götürmüştür. Ancak Gök dini denince gökle ilgili çeşitli törenler, seremoniler, tapınmalar akla gelmelidir. Gök dininin Kuzey Çin’de doğmuş olması, çok önceleri Kuzey Çin’in atlı Türklerin anayurtlarından birisi olmasına bağlanmaktadır (s.35).
İslâmiyet’ten sonra ise, Kaşgarlı Mahmud’un da dediği gibi, kutlu şeylerin hepsine birden Tengri denmiştir. …Bilindiği üzere Türklerde gök, başlangıçta dokuz kat gök idi. Yani gök bir varlık idi. Bunun için Türkler çoğu zaman gök için semavât karşılığı olarak gökler diyorlardı. Türkler, önasya kültürleri ile ilişki kurmağa başlayınca, gökler yedi kat gök oldular.
Türklere göre Tanrı, insanı kendisi yaratmıştı. …Temel Türk inanışında, Tanrı’nın doğurması yoktur. Göktürkler’de kişi oğlı, yani ‘insan’ vardır (s.37). ‘Kişi’ sözü, hem erkek hem kadın’ anlamına kullanılmıştır. Demek ki Göktürklerin anlayışına göre, yer ile gök arasında yaratılan kişioğlu, bir ‘çift’ olmalı idiler (s.38).”
Dr.Arslan Tekin (Türk’ün Tarihi): “Orhun kitabelerinin bir yerinde kendilerini Göktürk olarak tanıtmışlardır ki, “Gök’e mensup, ilahi Türk” anlamına gelen bu tabir V.Thomsen’e göre hakanlığın parlak devresine işaret etmektedir (s.92).
Bu çerçevede ‘kut’ terimi de önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Mete, ‘Tanrısının kut’udur. Bilge Kağan Kitabesinde ‘Kut’um olduğu için Kağan oldum’ denmektedir.
Karizmatik ve semavî Türk kağanı, mekân bakımından da göğe yakın Altındağ diye anılan bir zirvede veya Ötüken-Yış gibi, mukaddes bir ormanlı dağda oturmaktaydı.
Türk Tanrı anlayışında temelde ‘kutsal evliliğe’ rastlanmaz: Gök Tanrı’sı; Asur, Babil, Yunan ve Roma tanrıları gibi tanrıçalarla evlenmez. Türklerde, dinî bir anlayışın gereği olarak kadın-erkek ayırımı bulunmamaktadır.
Kendisine itaat edilmesi gereken ve koruyucu kudret olan Gök Tanrı, aynı zamanda yüksek bir ahlâkî karaktere de sahiptir.
10.yüzyılın ilk yarısında Oğuzları ziyaret eden Abbasi halifesinin elçisi İbn Fadlan’ın, ‘bir Türk zulüm gördüğü veya zorluklarla karşılaştığı zaman başını yukarı kaldırıp ‘Bir Tanrı diye dua eder’ diyerek gördüklerini nakleder (s.233).
Nitekim eski Türklerdeki ‘Ulu Tanrı’ anlayışı, Müslüman Türklerde de devam etmiştir.
Çin kaynaklarının, Türk din tarihi bakımından en önemlilerinden olan Vey-şu’da, ilk dönem Türk dini hakkında şu bilgiler yer alıyor:
a. Türkler Doğu yönüne hürmet ederler ve Han’ın otağına doğu taraftan girerler.
b. Bütün Türkler her yıl ecdat mağarasına gidip orada kurban keserler.
c. Beşinci ayın ortasında (10-20 günleri arası) ırmak kenarına gidip Gök Tanrı’ya (Gök’ün Ruhu’na) kurban sunarlar.
ç. Bodin-Inli adlı dağ zirvesini ziyaret ederler (s.234).”
Kut verme
Ögel hoca (aynı eserde); “Kut ve kutluluk, ‘baht ve talih’ demektir. Bahtlı kişiler ve bahtlı aileler, kutludur. Uğur sözü de Türklerde çok eskidir. Kut, ‘kişilere Tanrı tarafından verilen bir lütuf ve keremdir.’ Kut, ‘Tanrı’nın kişileri ağırlaması, ululaması ve güçlü kılmasıdır.’ İnsan, Tanrı tarafından kutlu yaratılmış olsa bile, kutu uçabilir, sönebilir veya kaçabilir.
Kut ve kutlu, ‘büyük devletler kurmuş olan Türklerin yüksek ve gelişmiş devlet anlayışlarıyla bağdaşmış din ve devlet düşüncesidir (s.212)’.
Kut ve kutlug, Türklerde zaman zaman ‘ululuk, azizlik ve bereket’ karşılığında da söylenmiştir. Bunun içindir ki, Osmanlı ve Mısır’daki Memlûk Türkleri, kut ve kutlu sözlerini ‘mübarek’ karşılığı ile karşılamışlardır.
Tanrı tarafından kutlanmış, devlet verilmiş ve aziz tutulmuş Göktürk hakanları da mübarek idiler. Ancak onlar, Çin imparatorları gibi vücut ve canları ile birlikte mukaddes değildiler. Bunun içindir ki, Türklerin ‘mukaddes’ karşılığı olarak söyledikleri ıduk sözünü kutlu’dan ayırmak gereklidir. ‘Göktürklerde hakan kutlu ve mübarek idi. Ancak Çin imparatorları gibi eti ve özü ile mukaddes değildi’. Çünkü kut ve talih Tanrı tarafından, kişinin yaşayış ve işine göre verilir ve alınırdı (s.214).
Görülüyor ki, gerçek töre biraz da Tanrı’ya ve Tanrı düzenine dayanan bir anlayış içinde düşünülüyordu. İslâmiyet’teki ‘adalet’ anlayışı ve düşüncesiyle de bu bakımdan bir yakınlık görülebilir. Göktürk anlayışında ise, töre üzerinde bir Tanrı etkisi veya karışması pek görülmüyordu. Töre, ‘devletin kurucusu tarafından konmuş ve ondan sonrakiler tarafından korunmuş bir düzen’ gibi görünüyordu. Çingiz Han yasasında da böyle bir anlayış vardı. Ancak hakanlar da güç ve yetkilerini Tanrı’dan alıyorlardı (s.288).”
Devam edeceğiz…