Araf Suresi (7/179, DİB)’nde Yüce Allah: “Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”
Ayetin tefsirinde ise; “Eski Arapça’da kalb kelimesi genellikle ‘insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği’, kısaca ‘akıl’ anlamına gelir… Birçok ayette olduğu gibi… konumuz olan ayette de kelime bu anlamda kullanılmıştır. Buradaki kalb, göz ve kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade etmektedir…
Kur’an-ı Kerim’de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle beraber -hepsi de ‘akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma’ anlamında olmak üzere- çeşitli fiil kalıplarıyla kırk dokuz ayette bu kavram tekrar edilmiştir…” demektedir. Demek ki; ayetin muhatabı, aklını kullanmayanlar ve olup bitenlerden habersiz yaşayanlardır.
Bunları niye yazdım? Bazı arkadaşlarım, “yazılarımda neden ülke meselelerine girmediğimi ve alâkasız konuları işlediğimi” soruyorlar. Aslında alâkasız konular değil; bugünle bağlantı kurarak tarih ve kültürümüzü işliyorum. Çünkü kendi tarih ve kültüründen habersiz yöneticilerin ülkeye de millete de katkısı/faydası olmaz. Ama bir süredir ülke meseleleri hakkında yazmadığım doğrudur. Tabii ki, bu durumdan memnun değilim! Peki, “ülkenin durumundan memnun musun?” derseniz; hiç değilim.
Allah’a şükür! Cahil (!) kalmamak için okuyorum, araştırıyorum, sorguluyorum, soruşturuyorum. Kısacası; bu ayetin muhatabı olmamak için aklımı kullanma çabası içindeyim. Bundan dolayı ülkemdeki yaşananların farkındayım. Ya bu ayetin muhatabı yandaşlar; “büyük bir algı operasyonunun” altında olduklarını fark ediyorlar mı? Yoksa yalan-yanlış her şeye inanıyorlar mı?
Sosyal medyada paylaşım yapan arkadaşlarla hemen hemen aynı düşünüyoruz. Tabii ki, bu ortak düşüncelerimiz; ideal birliğinden, inanç birliğinden ve yıllardır çeşitli platformlarda verdiğimiz ortak mücadeleden geliyor.
Şu anda 70 yaşındayım: 50 yılım faaliyetlere katılmakla, katkı sağlamakla, koşmakla, koşuşturmakla; eşime-dostuma, konuya-komşuya anlatmakla geçti. Amaç; onları yanımıza çekip bu mücadeleyi birlikte yapmaktı.
İktidara gelecektik; yeni ufuklara açılacaktık, ideallerimizi, Kızılelma’mızı gerçekleştirecektik. Dünyada “Esir Türk” kalmayacak; Turan’ı, Türk Birliği’ni gerçekleştirecektik (Türk Birliği hususunda -ağır yürüse de- güzel gelişmeler oluyor).
Eskiden de sorunlarımız vardı. Bunlar, bizim şahsi ya da özel dertlerimiz, meselelerimiz, problemlerimiz değildi. Hepsi ülkemizin, milletimizin, inancımızın ortak kaygılarıydı. Bizim tek derdimiz; kalkınmış, insanları mutlu ve huzurlu “Büyük Türkiye”nin kurulmasıydı. Ne düşünüyorduk ne oldu? Bugün dertlerimiz daha da katlanarak büyüdü!..
Kamuoyuna “sağ-sol çatışması” olarak yansıtılan 12 Eylül 1980 öncesinde, iyi-kötü bir mücadelemiz oldu. Ama o dönemde çıkarları gereği içimizde olan, fırsat buldukça saçma-sapan dini sorularla aramıza fitne sokmaya çalışan gruplarla bugün aynı safta olmaktan rahatsızım. Hiçbir zaman gönlümün ısınmadığı bu insanlarla kol-kola girmek, içime sinmiyor. Çünkü Kur’an’ı bile aynı anlamıyoruz!..
Birlikte hareket etmeye “Türkiye’nin Bekası” gerekçe gösteriliyor! Anadolu’ya geldiğimizden beridir “beka meselemiz” hep var ve Batı’nın “Şark meselesi” hiç bitmeyecek. Beka meselesinin bugün çıktığını kabul etsek bile bunun birinci sebebi iktidarın uyguladığı yanlış politikalardır.
Hep şikayetçi oldukları “dış güçler”in sözlerine inanıp/kanıp “Osmanlı’yı yeniden diriltme ve Büyük Osmanlı’yı kurma” hayalleriyle (ütopya) tur atanlar, büyük tuzağı göremediler ve bugün 10 milyonu aşan Türk olmayan insanı (bazı tehlikeli ve tehdit unsurlarını) ülkeye doldurdular. Bu ne öngörüsüzlük!..
İsveç’teki -provokasyon kokan- “Kur’an yakılması” eylemine karşılık, iç kamuoyuna yönelik birkaç yerde ufak çaplı tepkiyle konu geçiştirildi. Oysa Kur’an’a karşı, ülkemizde daha beter işler yapılmaktadır. Mesela: Bazı milletvekillerinin, din adamlarının, cemaat liderlerinin haddi aşan saçma-sapan sözleri, davranışları; çocuk tacizleri-tecavüzleri, 6 yaşında kız çocuğunun evlendirilmesi, “Bakara-makara” alayları, insanları dinden soğutmaktadır.
Kur’an’ı kendilerine göre yorumlayarak garip bir din oluşturdular. En çok ilgilendikleri konu ise cinsellik: Dünyada doymadılar; bir de cennette alacakları huriler için ağızlarının suyu akmakta… İslâm’ı, sadece bundan ibaret sanıyorlar. Çıkarlarına uymadığı için bu kadar yalana-dolana-talana ses çıkarmıyorlar. İnsani, itikadi, ahlâkî bir cümle etmiyorlar.
Çocukluktan beri güzel ahlâklı, doğru, dürüst, iyi bir insan olmaya ve mümkün olduğunca İslâm’ı özümseyerek hayatıma katmaya, ibadetlerimi yapmaya ve yaşamaya çalışıyorum. Türk Kültürünü, Arap ve Fars kültüründen ayrı tutarım. Din adına içimize sokulmaya çalışılan Arap kültürü ile bir yere varılamaz. Evrensel olan İslâm’ı Araplaştırmaya, Arapların dini gibi göstermeye çalışan ve aynen onlar gibi yaşayanlarla olamam.
Yukarıdaki ayetin mesajını anlamayan, yalan laflara inanan/göz yuman, hatta söyledikleri sözlerle ayetin kapsamına giren “gafiller” düşünsün. Daha da ötesi “dinden çıkabileceği” tehlikesini fark etmeyen “akılsızlar” düşünsün.
Esasen Batı’da; İslâm (Müslüman) denilince Türk, Türk denilince İslâm (Müslüman) anlaşılır. Dertleri bizimledir; bizim dışımızdaki diğer Müslümanlarla zaten bir dertleri yok!..
Onun için kendimi, ülkenin içinde bulunduğu bu siyasi bunalımdan, gerginlikten, seviyesizlikten uzaklaştırdım: Tamamen tarihimize ve milli kültürümüze yöneldim ve bu konularda yazıyorum. Türk’ün kadim dünya görüşündeki, inancındaki, kültüründeki incelikleri ve derinlikleri öğrendikçe daha mutlu oluyor ve sizinle paylaşıyorum. Sanmayın ki, idealimden uzaklaştım.
Atatürk dönemi bir “Türklüğe dönüş” hareketidir. Ne yazık ki onun dünyadan göçmesiyle kültür yozlaşması başladı. En çok yozlaşma da bu iktidar döneminde yaşandı. Türk insanını kendi kimliğinden uzaklaştırma çabaları, hayret edilecek bir şekilde arttı. Ne kadar Türk olmayan varmış onu da gördük.
Türk’üm diyemeyen, Türk’le ilgili her şeyi öteleyen, iteleyen, horlayan, kaldıran, ayakları altına alan kişi ve kesimlerle bir olamam. Bunlara yarayacak imkân ve ihtimallerden uzak durur, karşı olurum. Benim ölçüm: “Ne mutlu Türk’üm, diyene” sözüdür.
Hep ve öncelikle insanlarda kişilik ve ilkeli duruş ararım. Bu vasıfları taşıyanlarla dost, arkadaş, kardaş, yoldaş olmaya çalışırım. Buldun mu derseniz? Evet, az da olsa çevremde var ve hâlâ onlarla birlikteyim. Bir araya geldiğimizde, bu kadar sıkıntıların içerisinde yine de olumsuz düşünmemeye ve hep iyimser olmaya ve çevreme de bunu yaymaya çalışıyorum.
Türk’te, Türklükte ve millî kültürümüzde birlikteliğimizi sağlarsak, değerlerimize önem verirsek, bir ve beraber olursak, dertlerimizin üstesinden daha kolay geliriz.
Çünkü şuna inanıyorum: “Tanrı, Türk Milleti’ni seviyor” ve en zorlu günlerde bile bir çıkış yolu gösteriyor. Tıpkı “Ergenekon’dan çıkar gibi” yine çıkacağız…