1. Bölüm
Bilindiği gibi siyaset/politika, devletin işlerini düzenleme ve yürütme yoluna koyma faaliyetidir. Böyle olunca siyaset insanın faaliyet alanı olduğundan, ilahi emirleri ihtiva eden din, siyasi güç ve hakimiyet sağlamak için kullanılamaz.
Siyaset yapanlardan bir gurup ve zümre veya herhangi bir partinin taraftarı kendisini dinin temsilcisi yerine koyduğunda veya bu imajla hareket ettiğinde, kendi siyasi görüşünde olmayan diğer tarafı da, kendi dininden olmamak düşüncesi içinde olacaktır. Dindarlık adı altında kendilerine özel statü tanıyanların tanrısı da özel olacaktır.
Türkiye’deki demokrasinin ve siyasetin en önemli kırılma noktası buradan başlamaktadır. Oysaki din, yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkileri düzenleyen, insanüstü ilahi emirlerden oluşması sebebiyle, bir siyasi görüşe veya ideolojiye indirgenemeyecek yüce ve kutsal değerlerin bütünüdür.
Şimdi diyecekler ki, ‘’ Allah yarattığı kulun her işine olduğu gibi, siyasetin belirlenmesine de karışır...’’ En büyük istismar edilen konu zaten budur.
Allah’ın kanunları, kişinin ve siyasetin kanunlarından üstündür tabi ki. Fakat Allah, kullarına kullanmaları ve düşünmeleri için akıl, fikir, irade vermiştir. Doğruyu, yanlıştan ayırabilmek meleke ve gücünü vermiştir.
İslam dini, doğrudan ahlak dinidir. Allah kullarına, adaletten ayrılmamayı, liyakata ve ehliyete önem vermeyi ve yöneticilerin istişarelerde bulunmasını emreder. Eğer bu esaslara riayet ediliyorsa, yönetim şeklinin adının şu, bu olmasının hiçbir önemi yoktur.
Dolayısıyla yüce dinimizi tekellerine alanların ve merdiven altı uydurdukları sahte dinle insanların kafalarını karıştırmayı başarmışlardır.
İslam, baskı ve zorbalık, sahtelik, şekilcilik, gösteriş , taklit, her türlü riya, hikayecilik ve ruhbanlık dini asla değildir. Cemaat, tarikat ve şeyh- şıh dini de değildir.
Yüce İslam, siyasete ve güce alet edilecek bir din olmadığı gibi, tarikatlar ve mezhepler dini de değildir. Akıl düşmanı olmadığı gibi, kadın düşmanı bir din de değildir...
Gelinen noktada, eleştiri yapanların, hesap soranların ve itiraz edenlerin, hain ve ihanetçilik yaftasıyla damgalandığı bir dönemin içindeyiz.
İslam’ın haksızlıklara karşı, isyan ve itiraz etme özelliği bizim toplumumuzda yanlış algılamalara sebebiyet verilmiştir.
Allah’a ittaat etme kavramı üzerinden, geri kalmış tüm İslam ülkelerinde ve kendi ülkemizde de yöneticiler kutsallaştırılmak istenmektedir.
İslam’ın ‘’ULU’L- EMR’E’’ itaat şeklini, kasten bulandırılarak, itaat yozlaşmasına kılıf hazırlanıp, yapılan gayrimeşru işlerin üstü örtülmektedir... Zalim olan yöneticilere itaat, halka ve hakka ihanetle eş anlamlıdır. Kur’anın itaate layık gördüğü yöneticilerde bulunması gereken en önemli üç özellik bellidir.
1- İman ehli olacak: Yani Kur’an açısından bakılınca, her konuda kendisine güvenilir olmak gerekir. Mümin ise, zaten güvenen ve güvenilen demektir.
2- Adaletli olacak: Bu Kur’an- ın en önemli ilkesi ve emridir. Ayetlerde, ‘’ Allah size adaletli olmayı emreder...’’ diyor.
3- Ehil ve ehliyetli olacak: ‘’ Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi emreder ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder. Nisa Suresi. 58. Ayet’’
İslam tarihinde şu rivayet çok önemlidir:
Hz. Peygamber (SAV) Kabe’nin anahtarlarını Osman b. Talha’dan alarak, amcası Abbas’a verir. Kur’an bu durumu onaylamaz ve yukarıda ki ayet iner.
Sebebi ise, Osman b.Talha yaptığı işte liyakat sahibi ve işini kimseyi kayırmadan düzgün ve adaletli yapmaktadır. İnen ayeti kerime üzerine, Peygamber Efendimiz, anahtarı amcasından hemen geri alarak, yeniden Talha’ya verdiği tarihi kaynaklarda bu şekilde geçer. Ne ayrımcılık, ne kayırmacılık, ne de hısım akrabacılık vardır.
Soruyoruz şimdi. Ülkemizde dindar geçinen siyasetçilerin içinde tek bir kişiyi böyle gören var mı?.. Bırakın ülkemizi, tüm İslam ülkelerinde böyle bir anlayış var mıdır?...
İdareci ve yöneticinin ehil olması gerektiği gibi; yöneticilerin işleri ehil olanlara vermesini ifade eder. Eş, dost, hısım, akraba, yandaş korumacılığını İslam reddeder.
Ehil olmayan yöneticilere itaat edilmez, onun görevlendirdiği görevliler de eğer ehil değilse onlara da itaat edilmez. Bu manada İslam, haksızlıklara, yolsuzluklara, gayrimeşru iş yapanlara ve İslam’a ihanet edenlere itaat etmeyi değil, itiraz etme, eleştirme ve hakkını arama dinidir...
O halde yöneticilerin en çok dikkate etmek ve uymak zorunda oldukları husus şudur:
İslam'da mülk, Allah’a aittir. Yöneticiler sadece emanetçi kişilerdir. Yönetenler, halkın, hazinenin, devletin topraklarının sahibi değildirler.
Milletin hizmetinde olan her türlü malı, mülkü, toprakları, hazine bütçesini ve halkın olan tüm kaynakları korumak ve şahsi menfaat sağlamamak zorundadırlar. İslam’ın bu emirlerine uymayanlara ise Kur’an şöyle seslenir.
‘’ Kim emanete, kamu mallarına, hıyanet ederse, kıyamet günü, hıyanet ettiği şeylerle birlikte huzura gelir. Ali İmran, 161. Ayet’’
Şu Hadisi Şerifi herkes bilir., ‘’ Devlet malından bir hırka bile olsa aşıran, savaşta bile ölse şehit olmaz.’’
RADİKAL İSLAM’IN MERDİVEN ALTI DİNCİLİĞİ
Konuyu bu manada açarsak: Allah’ın son dini İslam başkadır, Müslümanlık daha başkadır. İslam kendi içinde arı, saf, duru, net ve anlaşılırdır.
İslam bir gizem (sır) dini değildir. İslam’ı gizemli yapan, sır dini haline dönüştüren, araya sahte ilahlar koyan, anlaşılmaz yapan Müslümanlardır. Dinin bir kabahati yoktur. İnsanların kendi yaptığı yorumlar, dinin asli özelliği taşımaz...
Akıl, duygu ve inançlar kasten dumura uğratılırsa, kişinin başta kendisiyle olmak üzere, toplumla ve düzenle kavgalı insan tipi üretilmiş olur.
Kazanma hırsı ve kaybetme korkusuyla siyaseti kendisine düstür edinenler ve siyaset ile din bir arada ve kimlikçi yaklaşımlarla yan yana gelenler, muhakeme ve mantıktan uzak, gönülleri incitici, kamplaştırıcı ifadelerle ortaya çıkarlar...
Türkiye, Adnan Menderes döneminden itibaren tamamen Batı’ya endekslenmiştir. Turgut Özal’dan sonra da, hem toplum, hem de siyasi ahlak çürümeye başlamıştır. Toplumsal erozyonun ilk tohumları bu zamanda atılmaya başlanmıştır...
Geldiğimiz noktada ise:
Muhafazarlık din anlayışı üzerinden, hatta Mehdilik, daha da ileri gidilerek Peygamberlik makamına ortak olmak istenircisine, ‘‘Yeni Türkiye Vizyonu’’ söylemleri adeta İslam’la hiç ilgisi olmayan yapma bir ‘’ Merdiven altı Dinciliği’’ üretilmiştir.
Yöneticilere haşa Allah’ın sıfatları yüklenmiş, dokunulmaz , eleştirilmez, tartışılmaz nerdeyse YARI TANRI kimliğinde bir statü yüklenmiştir.
‘’...Ona dokunmak bile ibadettir...’’ diyen şarlatanlar ve Allah’a ortak koşanlar...
‘’ ...Son Peygamber gelseydi o Peygamber olurdu...’’ diyecek kadar sapıklaşan riyakarların uydurduğu sahte bir İslamcılık anlayışı üretilmiştir.
Bir kişinin Tanrılaştırılmasına yol açacak her türlü yorum, rivayet ve benzetmeler ile Allah ve Peygamber siyasete alet ve ortak edilmenin tüm günahları işlenmiş ve işlenmektedir...
BU söylemler cahil kitlelerde yadırganmayarak, kabul görmüş, insanlar her türlü İLLİZYONİST ALGI YANILMASINA ve HALİSÜNASYONLARA uğratılmıştır...
‘’Bunlar dinsiz, imansız, kitapsız, bunların dini ve bayrağı yok. Biz emri Allah’tan alıyoruz, onlar Kandil’den alıyorlar...’’
Bu sözleri kullanan her kim olursa olsun toplumu, bölmek, germek ve kutuplara ayırmaktır.
Devlet adamları tutarlı ve sözlerine güvenilir kişiler olmalıdır. Oysaki Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Temmuz 2005 tarihinde Amerika’daki uluslar arası Valley Konferansında ise çok olumlu bir değerlendirmeyle şunları söylemiştir.
‘’ Din üzerinden siyaset yapmak, dini ideolojik bir araç haline getirmek, dine, demokrasiye ve insanlığa karşı suikast düzenlemekten farksızdır...’’
Ne kadar güzel bir yaklaşım , alkışlanacak ve tarihe geçecek bir değerlendirme olduğu şüphesizdir...
Bugün ise, Allah’tan emir aldığını söylüyorsa Sayın Cumhurbaşkanı; o zaman aklı, fikri ve düşünme melekeleri yerinde olan herkes ister istemez kendine sorular soracaktır.
Yani; Türk milleti Allah’ın emirleri nedeniyle mi böyle yoksullaştı? Enflasyon önlenemez hale gelip, bütçe çöktü?. Patates, soğan gibi en temel ihtiyaçlar, Allah’ın emirleriyle mi böyle arttı? Ülkemizde yaşanan bunca adaletsizliği, haksızlığı ve yolsuzluğu haşa Allah mı emretti!?..
Her türlü deprem, sel , yangın, salgın hastalıkları ve her şeye kadercilik anlayışı ve sorumluluğu yıkma anlayışıyla, ‘’Kader böyleymiş, taktir böyleymiş...’’ diyerek sorumluluklarda Allah’a havale edilmiştir...
Japonya’da 9.2 şiddetinde bir depremde 9 kişi ölmezken, Türkiye’de 7.2 şiddetinde ki depremlerde 70. Binlere yaklaşan insanlarımız göçük altında ölüyorsa haşa, Allah’ın bizim milletimize düşmanlığı mı var? diye soracaktır herkes.
SİYASET TOPLUMU BÖLME, GERME ARACI OLAMAZ.
Anadolu Türklük ve Müslümanlığını, Arap ve İranlılardan veya başka İslam ülkelerinden ayıran ve bizi biz yapan değerlerimiz vardır.
Bu değerlerin dokusunun bozulmaması gerekir. Sevap, günah , haram ve helal işleyen insanlarımız bir arada olmaktan gocunmaz ve birbirlerini dışlamazlar.
Hoşgörü ve tahammül kültürümüz, bizi biz yapan değerlerimizdir. Bu dokuya siyasetçiler saygı duymak zorundadırlar. Bu hem, dinin ve ahlakın, hem de millet olmanın gereğidir.
Türkiye tez zamanda, tarikatlar ve cemaatler kuşatmasını kırmak zorundadır. Türkiye, bir cemaat ülkesi ve çadır devleti değildir.
Sosyolojik olarak, topluluk ve cemaat yapılanmasının temelindeki ilişki biçimi normatif şekilde kurulan örgütlenmelerden şüphesiz farklıdır. Yani, cemaat ve mezhepsel örgütlenmeler, modern toplumların realist örgütlenme biçimi ile çatışır.
Devlet ve millet dediğimiz en üst teşkilat yapılanmasında, toplumsal yapıya, birlik ve beraberliğe, hiçbir ferde zarar verici davranışlara izin verilemez.
‘’Dinde zorlama yoktur’’ diyen İslam’ın ortaya koyduğu inanç özgürlüğü içinde, hiç kimse, kimseyi, daha az dindar- daha çok dindar diye baskı aracı olmamalıdır. Din, Allah ile kul arasında bir ilişkidir....
Her şeyden daha önemlisi de 85 milyonluk nüfusumuzun en az yarısı terörist, fetöcü, ajan ve yabancı uşağı olmakla suçlanmaktadır!?..
Ülkemizde siyaset bu güne kadar hiçbir seçimlerde böylesine din, iman kullanılarak, Allah ve din üzerinden bu derece bir siyaset yozlaşması görülmemiştir!..
(Devam edecek)