Hangi konu olursa olsun, eğer eleştiri yapacaksanız; o konu hakkında bilgi sahibi olmanız, geçmişini, sebeplerini, gerekçelerini, yani tarihçesini bilmeniz gerekir. Öyle sokak ağzıyla ve boş konuşmak olmaz. Biliyorum; insanlarımız okumuyor, okumadığı için ufku açılmıyor ve her söylenene çabucak kanıyor. Sormuyor, soruşturmuyor; sadece duyduklarıyla “amel ediyor”. “Her gördüğü sakallıyı hacı, her duyduğunu essah sanıyor.” Doğruları idrak edinceye kadar maddi- manevi çok bedel ödüyor, hem millet hem devlet zarar görüyor.
Yıllardır, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri ve Atatürk kötülenirken Osmanlı öne çıkarılıyor. Osmanlı’nın kuruluş dönemlerindeki başarıları, fetihleri, ahlâk değerleri anlatılıyor: Ama mesela 1700’li yıllardan sonraki dönemlerden hiç bahsedilmiyor. Sonraki Osmanlı padişahları ve aydınları -başaramasalar bile- neden ıslahat hareketlerine girişmişler, neden Atatürk’ün yaptığı değişimleri yapmak için uğraşmışlar, kellelerini vermişler konuşulmuyor.
Diğer yandan; “Türk Milleti” Osman Bey’le birlikte gökten zembille inmedi. Hiçbir şey Osmanlı’yla başlamadı ve Osmanlı’yla bitmedi. En az 5.000, en fazla 20.000 yıllık bir geçmişimiz, kadim bir tarihimiz var. İnşallah, ebediyete kadar sürecektir.
Çocukluktan itibaren kitap okumayı -özellikle tarihi romanları- çok severdim. Elime tutuşturulan veya tavsiye edilen kitapları temin eder ve okurdum. Şu andaki düşüncelerim çocukluk / gençlik fikirlerime göre çok daha farklı. Maalesef! Bizi de tek yanlı okutmuşlar. Yaş ilerledikçe ve okuduğum kitaplar, makaleler, köşe yazıları farklılaştıkça daha iyi anladım.
Okudukça Atatürk’ü de daha iyi tanıdım. Karşımda; gençlik yıllarımızda hakkında konuşulan, anlatılan, söylenen, tartışılan ya da tartıştırılan, kafa karıştıran konularla hiç benzeşmeyen birisi var ve bambaşka bir insan… Daha askeri okuldayken düşünen, fikir oluşturan, plan yapan, hedefler koyan ve zamanı geldiğinde uyguladığı doğru stratejilerle gerçekleştiren bir insan... Ona boşuna “dahi insan” dememişler.
Şimdi onun kurduğu devletin makamlarına oturup “ahkâm kesmek” kolay. Vefa nerede?..
Resmi tarih - Alternatif tarih
Siyasal İslâmcılar; okullarda öğretilen tarihi, yıllardır “resmi tarih” diye adlandırıp “bir de alternatif tarih var” diyorlardı. Vatandaşlarımızı kandırmanın yollarından biri de bu olmuştu. Zaten devleti “kafir devlet”, bu toprakları da “dar-ül harp” ilan etmişlerdi. Dolayısıyla onlar için artık her şey mubahtı. Devletten koparacakları, yolacakları para / mal ganimet hükmündeydi ve günah sayılmazdı. Ulemaları da “Kur’an’da yerini bulmuştu!..”
Resmi veya özel diye bir tarih ayırımı olamaz. Eğer alternatif kitaplar okumuyorsanız, okuduğunuz kitaba ve yazara göre düşünceleriniz şekillenir.
1987 yılında Bolu’da “Öğretmenlik Meslek Dersleri Sertifikası Kursu”nda, sanıyorum “Eğitim Tarihi Dersi” hocasının söylediği sözü hiç unutmam: “Gerçek tarihi okursanız, bugün kahraman gördüklerinizin zavallı, zavallı gösterilenlerinse kahraman olduğunu…” demişti de tartışma çıkmıştı. Bu söz garibime gitmişti. Bugün anlıyorum ki, bu hoca da yanlış ve taraflı konuşuyormuş.
Yine, geçmişte birlikte Trabzon’a göreve gittiğim eski genel müdürümle kahvaltıda yaptığım tartışmayı hatırlıyorum. Osmanlı’dan, padişahlardan övgüyle bahsedip alternatif tarih deyince, ben de kendisine; “hocam, siz son dönem padişahların her birinin birer Fatih, Yavuz, Kanuni olduğunu mu sanıyorsunuz?” demiştim.
Tarih, geçmişe ait bir bilim dalıdır. Tarihle kavga edilmez; okunur, anlaşılır, ibret alınır, ders çıkarılır. Ayrıca tarihe objektif bakmak zorundayız; ideolojik bakarsak, tarihte yaşayanlara değil geleceğimize zarar veririz. Onlar, göçüp gittiler ama -hesap gününe inanıyorsak- öbür dünyada karşımıza geleceklerdir. Bugün sövenler, lanet okuyanlar; yarın “huzur-u mahşer”de nasıl hesap verecekler acaba?..
Kolay dönem Müslümanları
Çok bahsettim: Küçüklükten beri namaz ve oruç ibadetimi yerine getiririm. Memurken de Bakanlığın bodrum katındaki mescide namaza inerdim. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonra sözde dindar arkadaşlarımızın bir çoğu namaza -Cuma dahil- gelmez oldular; sanki namaz kılmayı bırakmışlardı, ortada görünmüyorlardı. Sebebini tabii ki biliyorum.
Bunlara “kolay dönem Müslümanları” diyordum: Eskiden beri ve yakinen tanıdığım için bu kanıya varmıştım. Bir kısmını tenzih ederek söylemek istiyorum, ortada bir riyakârlık vardı; davranışları, hareketleri, arkadaşlıkları, hatta dostlukları iki yüzlüydü, samimi değillerdi. Çok takıyye yapıyorlardı, insanın yüzüne gülüp arkasından konuşuyor ya da kuyusunu kazıyorlardı. İslâm’ın yasakladığı ve büyük günah saydığı her şeyi yapıyorlardı.
Her gün farklı konuştuklarından Ayasofya müzesini camiye çevirmeleri de samimi gelmedi. Çünkü bu icraatı oy devşirmek amacıyla yapmışlardı. Ayrıca, her zaman yaptıkları gibi gerçek gündem konuşulmasın diye suni gündem oluşturmak, gündem değiştirmek istemişlerdi. Amaçlarına ulaşmak için demokrasiyi bile araç olarak kullandıklarını kendileri söylediler. Yoksa, gençlik yıllarımızda cami olması için imza topladığımız, eylem yaptığımız Ayasofya’nın açılışından niçin mutlu olmayalım. Gayrimüslimler hariç -ki hayret onlardan da ses çıkmadı- her Türk vatandaşı bundan memnun olur.
İşin ilginç yanı; askeri darbeler ve muhtıralar, sanki Siyasal İslamcıları palazlandırmak için yapılıyor gibi… Bu gruplara hiçbir şey olmadığı gibi ortam rahatlayınca daha güçlü bir şekilde meydana çıkıyorlar.
Osmanlı’nın son dönemlerinde de bugün de dine hizmet ettiklerini iddia eden bazı cemaat ve tarikatların dış güçler tarafından kullanıldıkları da bir gerçek...
Lozan Meselesi
1970’li yıllarda kim, neden tavsiye etti bilemiyorum ama Kadir Mısıroğlu’nun “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?” adlı kitabını aldım, okudum. Tabii ki, ona göre Lozan hezimetle bitmiş; kazandıklarımızdan daha çok kaybettiklerimiz varmış, falan!..
Düşünebiliyor musunuz? Kadir Mısıroğlu; kendi yazdığı “Yunan Mezalimi” adlı kitabın aksine “keşke Yunan galip gelseydi” diyebilmiştir. Ne yaman çelişki!.. Yunan galip gelseydi, işgal devletleri kalsaydı, İngilizler İstanbul’dan çıkmasaydı (Padişah Vahdettin, İngilizlerden izin alarak “Cuma selamlığı”na çıkabiliyordu); Orta Anadolu’ya sıkışıp kalacaktık. Batı’nın “Şark Meselesi”ni biliyor musunuz?
Konuyu çeşitli kaynaklardan okuyunca; Lozan’da “azınlıklar” konusuna, etnik açıdan değil, inanç açısından bakıldığını anladım. “Azınlık” olarak sadece gayrimüslim olan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler sayılmış. Demek ki Atatürk’ün; ülkede yaşayan Müslüman etnik gruplara bakışı olumlu…
Okuma-Yazma Oranı
Osmanlı’nın son dönemlerinde okuma-yazma oranı en iyimser tahminle % 12’dir; bazı kayıtlarda % 2 civarındadır. Gayrimüslimlerde daha yüksektir. (Bunlar “cizye” denilen bir vergi vererek askerlikten muaf oluyorlar, kendi işlerini yapıyorlardı. Sanat ve ticaret tamamen onların elinde olduğundan zenginleşmişler ve sonunda Osmanlı’ya borç verir hale gelmişlerdir.)
Sarayda ve medreselerde Osmanlıca denilen Türkçe / Farsça / Arapça karışımı bir dil konuşulmaktadır. Taşrada / köylerde ise Türkçe konuşulmaktadır; ancak okuyup-yazma yok denecek azdır. Dini yaşayışını babadan- atadan gördüğüyle devam ettirmektedir. Sonraki yıllarda Arap örfü, adeti, gelenekleri din diye öğretilmiş, Türk’ün din anlayışı bozulmuştur.
Atatürk; “vatandaşlar dinini öğrensin, anlasın, bilerek yaşasın diye” parasını kendi cebinden karşılayarak Kuran’ın mealini yaptırmış, Buhari’nin Hadis kitabını bastırmıştır.
Bugün din ve diyanetle ilgilenenlere kalsa Türkçe dinî kitap bile bastırmayıp her şeyi Arapça okutacaklar. Kendilerine bağımlı vatandaş olsun istiyorlar. Bir partili ne demişti: “Eğitim seviyesi arttıkça bizim oylar düşüyor.”
Osmanlı ya da Milli mücadele tarihimizi biraz derinlemesine okursanız, bazı din adamlarının İngilizlerle işbirliği yaparak ne kadar zarar verdiklerini göreceksiniz.
Haftaya devam…