Geçen haftaki yazımın başlığını “Aydınlanma Çağı: Sona Doğru” koymuştum ama bu yazıma başlık koymakta zorlandım. Çünkü Aydınlanma Çağı’nın tam olarak sona erdiğini söylemek yanlış olur. Sekteye uğrasa da hem bilimsel hem de dinî/tasavvufî faaliyetler devam etmiştir. S.Frederick Starr “Kayıp Aydınlanma” isimli kitabında bunları uzun uzun anlatıyor:
“Taze ve yenilikçi fikirler nereden geliyordu? Bu soru asırlar boyunca yemek sonrası yapılan felsefi tartışmaların ve akademik çalışmaların konusu olmuştur… Orta Asya’daki İslamiyet öncesi entelektüel hayat her iki türe de uygundu. Karmaşık bir yapı söz konusuydu. Bu yapıda somut ve soyut düşüncelerin, akıl ve inancın çalkantılı dünyası vardı. Bu dünyada tahsilli ve matematik bilen insanlar birbirleriyle dünyevi meseleler üzerinden etkileşime geçiyorlar ama aynı zamanda böylesi fikirlere de kafa yoruyorlardı. Kütüphanelerin yok edilmiş olması M.S. 670’den önce felsefe, bilim veya dindeki yeni düşüncenin konumu hakkında kesinlik arz eden ifadelerle konuşulmasını imkânsız kılmıştır. Arap istilasının ardından gelen kargaşa bu düşünce tarzının ortaya çıkışını bir asır ileri atmıştır… (s.155)
Orta Asya hem dinî hem de lâdinî alanlardaki zengin kültürel ve entelektüel tecrübelerin birikmesi sayesinde altın çağına girmiştir. İleride görüleceği üzere, bölgedeki İslamlaşma süreci çok ağır işlemiş, 1000 yılına kadar diğer birçok entelektüel gelenek İslâmî düşünce ile yan yana varlığını sürdürmüş ve gelişmiştir.
İbn-i Sina ve Birûni’nin de parçası olduğu bu ilim ve kültür döneminin ne zaman sona erdiğini soran soru kadar can sıkıcı olanı yoktur. En fazla kabul edilen bitiş tarihi Cengiz Han’ın 1219 baharında başlattığı istilâdır… (Yazar, Selçuklular döneminin Nizamiye medreseleri hakkında -bize öğretilenlerin dışında- farklı bilgiler sunarak) Moğol istilasından bir asır evvel, Gazalî isminde Orta Asyalı bir din bilgininin mantık ve aklın kullanımına katı sınırlar getirerek sebep ve sonuç hakkında kabul edilmiş varsayımları yıkıp ‘filozofların tutarsızlığı’ diye nitelediği düşüncelere kıyasıya saldırdığında ortaya çıkmıştır. Gazalî’nin bizzat kendisinin de ince zekâya sahip incelikli bir düşünür olmasından ve münzevi hayatıyla ilgi toplamasından ötürü yaptığı saldırılar daha etkili olmuştur.
…bu entelektüel coşkunluğun başlangıç ve bitiş tarihlerini 750 ve 1150 olarak vermek çok da yanlış olmayacaktır. (s.45)
Yine, Moğol meselesine girmeden önce kitapta geçen şu ifadeleri de buraya almak istiyorum: “…Asırlar sonra Müslümanlar birbiriyle rekabet halindeki dört İslam mezhebinden birisini seçmek zorunda olduklarında Orta Asyalılar günlük meselelere en pratik çözümü getiren ve ticaretin mevcut kurallarına pek karışmayan Hanefiliği tercih etmişlerdi. Ne o dönemde ne de bugün İslam âleminin hiçbir yanında Hanefilik bu kadar benimsenmemiştir. (s.113)
Mutasavvıfların uzun zamandır üzerinde durdukları ferdî dindarlık toplumsal düzenlemeler ve daha katı bir çizgide olan Sünnilerin topluma dayatmaya çalıştıkları Şeriat merkezli yaşayışla büsbütün çelişki halindeydi. Tasavvuf en fazla Orta Asya’nın kuzey şeridinde yaşayan İslâm’a yeni girmiş Türkî halklar arasında yaygındı. Hem göçebelerin ferdiyetçilikleriyle hem geleneksel şaman inançlarıyla hem de Gök Tanrı’ya yaptıkları ibadet tarzıyla uyuşmaktaydı. Moğol istilasından önceki asırda Orta Asya’nın kuzeyindeki topraklar, tesiri günümüze kadar devam eden İslam anlayışını şekillendirmiş çok sayıda mutasavvıfın ortaya çıkışına şahitlik etmişti.
Bunların arasında ilk isim… Ahmed Yesevî (1093-1166) idi.
Yesevî’nin mesajının özü açık ve doğrudandı: Allah’ı sevmek ve ferdî ibadet ve tefekkür ile Allah’a ulaşmak. Ana dili olan Türkî bir dilde yazdığı şiirlerde de bu mesajını işlemişti. (s.547-548)
Moğol istilası zamanında tasavvuf Orta Asya’daki en kuvvetli fikir hareketi haline gelmişti. (s.551)
Orta Asya’nın kuzey ve doğu taraflarındaki Türkî halklar arasında İslam’ın yaygınlık kazanması çok hızlı olmamıştı. Selçuklu döneminde önemli bir mesafe kat edildiği doğruydu ama Orta Asya’nın kuzey sınırındaki Türkî halkların büyük kısmı Moğol idaresinde geçen on dördüncü asırda İslam’ı kabul etmişti. Genellikle dini kendi şartlarına uydurmuşlardı. Orta Asya’ya yerleşmiş olan Moğollar da aynı dönemde, aynı şartlarda Müslüman olmuşlardı. Türkler de Moğollar da İslam’ın katı kurallarını, ezberciliğini ve her konuda uyum sağlanması zorunluluğunu kabul etmek istememişlerdi. (s.586)”
Cengiz Han
“Önceki yirmi yılda inanılmaz yeteneklere sahip olan Cengiz Han isimli bir teşkilatçı ve stratejist, Asya’nın kuzeyindeki dağınık Moğol kabilelerini kendi kontrolü altında toplamaya başarmıştı. (s.552) Cengiz Han Türkî Uygurların alfabesini benimsemişti. (s.553)
…direniş, daha da kötüsü teslim olmaktan caymak bütün nüfusun Cengiz’in güçleri tarafından yok edilmesi manasına gelmekteydi. (s.554)
Moğolların hizmetine girdiğini saklamayan Horasanlı tarihçi Cüveynî istisnasız bir şekilde Cengiz Han’ın teslim olan kentlere dokunmadığını belirtmekteydi… Aynı Arapların yaptığı gibi Moğollar da başarılı bir şekilde Orta Asyalıların birbirleriyle olan anlaşmazlıklarından yararlanmayı bilmişlerdi. (s.558)
1219-1222 yılları arasındaki Moğol istilasının Orta Asya’da bir asırdan fazla süren Moğol idaresinin sebepleri ve sonuçları çokça tartışılmıştır… Orta Asya’da birçokları bu istilanın bölgenin yere göğe sığdırılamayan altın çağına vurulmuş son darbe olduğu kanaatindedir. Fakat gerek başka ülkelerde gerekse Orta Asya’da olsun, bu hadiseyi bir kıyamet olarak görmeyenler de vardır. Bu kimseler ilk yok edici dalganın ardından Moğolların serbest ticareti beslediklerine (ki Marco Polo da bu durumdan istifade edenler arasındaydı) ve birçok alanda ilmi desteklediklerine işaret etmektedirler. Bu kanaate göre Moğollar modern dünyayı inşa edenler arasındalardı. (s.544)
Orta Asya’nın Moğol istilası sonrası içine düştüğü bu uzun süreli iktisadî ve kültürel çöküntünün bir diğer yadsınamayacak sebebi de Cengiz Han’ın askerî faaliyetleriyle hemen her şeyin yakılıp yıkılmış olmasıydı. (s.576)
Bunlar göz önüne alındığında Orta Asya’nın entelektüel hayatının Moğol istilasından çok önce çöküşe geçtiği görülmektedir. (s.591)
Başta bölgenin kendisinde olmak üzere Orta Asya’nın çöküşünde en fazla başvurulan açıklama suçu Moğollara atmaktır… (s.646)
…en az yüz sene öncesinden başlamış olan entelektüel hayattaki çöküşün sebebi Moğollar değildi. (s.647)
Orta Asya’da Moğol istilası olmamış olsaydı bile iki kıtanın gelişimlerinin 1300 yılı itibariyle eşitlenmiş gibi durmaktadır. Bu tarihten sonra muhtemelen Avrupa öne geçmişti.
…düşüncenin, araştırmanın ve yeniliğin yoğun olduğu bu dönem dört asırdan fazla sürmüştü. Şayet Arap istilasından önceki asırlara ilişkin daha fazla bilgi intikal etmiş olsaydı bu üretken dönemi daha da geriye götürebilirdik.
…bu dikkat çekici dönemin bitişinin sebebini de illa ki bulmak zorunda değiliz…
Bu destansı çağ gelip geçmiş olabilir ama bugün gençler tarafından yeniden keşfedildiğine dair belirtiler vardır. Her zaman olduğu gibi eski alışkanlıklar ve beklentiler canlandıkça gözler daha ilerideki ufuklara çevrilmektedir. (s.658-659)”