Maalesef, biz Müslümanlar; işimize geldiği şekilde İslâm’ı anlamaya ve yaşamaya çalışıyoruz. İslâm’ın; öncelikle bir iman, itikat ve ahlâk dini olduğunu dikkate almıyoruz. Herkes; duydukları ile veya bir yere bağlı olarak inancını yaşıyor. Zaten bugün Ülkemizde, İslâmiyet; “erkeklerde namaza, kadınlarda da başörtüsüne indirgenmiştir”.
İslâm’ın; nefse hâkim olmak, yalan söylememek, kamunun ve yetimin hakkını yememek, sözünde durmak, dürüst ve adil olmak, hakka riayet etmek, işi ehline vermek, liyakate dikkat etmek, devlet kesesinden eşe dosta, akrabaya peşkeş çekmemek, yetkileri kötüye kullanmamak, yolsuzluk, hırsızlık, yağmacılık, stokçuluk, vurgun yapmamak vs. gibi temel ilkelerini göz ardı ediyor veya yerine getirmiyorsanız, “Müslüman’ım” diye dolaşamazsınız.
Allah, insanları hür (özgür) olarak yaratmış ve sadece kendisine kulluk etmemizi istemiştir. Kılavuzumuz, Kurân’ımız ve Peygamberimizdir. “Dinde zorlama yok”tur ve Peygamberimiz” de tebliğ” ile görevlendirilmiştir. Sonrası Müslümanların; akıl, zekâ ve idrakini kullanarak -İslâm’i ölçüler içerisinde- yaşamalarına bağlıdır. Kula kulluk yoktur. Kendi aklını bir başkasına teslim etmek yoktur. Sevgi ve saygı vardır, ama körü körüne biat ve itaat yoktur.
Allah’ın “büyük günah” saydığı ilkelere uymazsak, “Münafıklık alameti” sayılan ilkelerden uzak kalmazsak, bile bile yaparsak ve yaptıklarımıza “İslâm” kisvesi giydirirsek; bunu Allah kabul eder mi? Zararı; “Allah”a olmaz ama, “İslâm”a ve Müslümanlara oluyor. İslâm’dan soğuma, uzaklaşma başlıyor. Örnekler kötü olunca ortada savunulacak bir şey de kalmıyor. Vazgeçmediler: Allah’ı ve İslâm’ı siyasete alet etmekten, Siyasi İslâmcılık’tan… Ortada zarar gören, erozyona uğrayan sahipsiz bir din kaldı. Camiler boş, ibadetler yavan… Din görevlilerinin nutuklarını; bazı Müslümanlar samimi bulmuyor, bazıları da inanmıyor. Kimse -eskisi gibi- samimi değil… Çoğunluk çıkarını öne almış, bu dünyadaki geleceğini garantileme derdinde… Öbür dünyayı düşündüğü de yok: Ahirete ve hesap gününe inansa bunları yapmaz. Saf, temiz, samimi olduğuna inandığım Müslüman da “Allah diyor”, “Namaz kılıyor”, “Kur’an okuyor” diye hemen inanıyor. Biraz anlatınca; savunamıyor, zorlanıyor, sıkışıyor ve hemen hesabı “Allah’a havale ediyor”. Bir Müslüman olarak bu dünyadaki sorumluluğunu idrak edememiş ki!..
Allah, Kur’an’da kendini tanımlamış: O’nu insan gibi somutlaştırmak yanlış. O bir yaratıcı: Evren (kâinat)’deki her şeyi yaratmış, düzenini kurmuş. Her şey; bu plan, bu program, bu senaryo -ne derseniz artık- çerçevesinde yürüyor. Kur’an’da; doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, günahı-sevabı, haramı-helali göstermiş: Sadece Müslümanlara da değil, tüm insanlara bu çerçevede yaşayacaksın demiş. Uyarsan cennetlik, uymazsan cehennemlik olursun diye de uyarmış. Ama dünya işlerini insanlara bırakmış. İnsanlara akıl vermiş, zekâ vermiş, idrak vermiş. Bu dünyadaki hakkı, hukuku, adaleti düzenlemeyi bizlere bırakmış.
Allah; sadece biz Müslümanların değil, “O” yarattığına göre herkesin Allah’ıdır. “Her çocuk doğuştan İslâm fıtratı üzerine doğar”sa, diğer din mensuplarının da Allah’ı demektir. İnanmasa bile ataistin, düalistin, deistin, budist’in…, hatta hiçbir şeyden habersiz dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan insanın da Allah’ı… Öldüklerinde bu insanlar mı cehenneme gidecek, yoksa Kur’an’la her şey kendisine tebliğ edildiği halde bile bile uymayan bir “Müslüman” mı?
Burada şu hususu da belirtmek isterim: Kur’an’ı anlamak için biraz Arap kültürünü, örf ve adetlerini, yaşayışlarını bilmek gerekiyor. Kur’an’da anlatılan sosyal konuların, biz Türklere aynen yansıtılmasını yanlış buluyorum. Kur’an’da açıklanan her şeyin, “dinin bir ilkesi gibi” verilmemesi gerekiyor. Bazı ayetlerin Türkçe mealini okuduğunuz da şaşırıp kalırsınız!.. Başka bir yazı konusu olmakla birlikte Arap Milleti ile Türk Milleti’nin kültürleri o kadar farklı ki, biraz olaylara bu çerçeveden bakmak gerekiyor.
Zaten farzlar, vacipler, sünnetler, örfler, gelenekler hep birbirine karıştırılıyor. Peygamberimizin; Arap toplumu içinde büyüdüğü dikkate alınmadan, Arap kültürü, gelenekleri, yaşayışları, giyimleri, sanki “İslâm”ın emriymiş gibi “Peygamberin Sünneti” diye Türklere uygulanmaya çalışılıyor. İnsanımız bilmiyor: Ya hocalarımız da bilmiyor veya bildiği halde öyle aktarıyor. Ayırt edemiyoruz: vacipleri, sünnetleri bırakın, neredeyse Arap örf, adet, gelenekleri bile farzların önüne geçti.
Biliyorsunuz bir süre önce “Deizm” konusu tartışıldı ve çabucak unutturuldu. İşin tuhaf tarafı, bu düşüncenin İmam-Hatip öğrencileri arasında arttığı şeklindeydi. Bugün çocuklarımız, gençlerimiz; hocaların, öğretmenlerin, büyüklerin her dediğini hemen kabullenmiyor. Teknoloji o kadar ilerledi ki, internet üzerinden her bilgiye çabucak ulaşabiliyor. İnternetteki bilgilerin doğruluğu-yanlışlığı ayrı bir tartışma konusu; ama bu bilgileri görüyor, okuyor, en azından yararlanmaya çalışıyor. Bakıyor ki, okulda öğretmenlerin, camide hocaların anlattığı bilgiler ile buradaki bilgiler farklı… İnancı sarsılıyor!..
Hiçbir kişi veya kuruluşa bağlı kalmadan her şeyi okuyor, araştırıyorum. Mümkün olduğunca farklı ve aykırı kaynakları okuyarak doğru yolu bulmaya çalışıyorum. Herhalde “inancımızda, imanımızda zayıflama olur” diye bize anlatılmayan, saklanan, bazı bilgileri de öğreniyorum. Bazen hayretler içinde kalıyor, şaşıyorum. İslâm tarihi veya Arap tarihi, özellikle “Emeviler Dönemi”; zulüm, işkence, haksızlık ve acılarla dolu… Biraz okuyun göreceksiniz. Ben nasıl bunlara ulaşabiliyorsam, çocuklar, gençler de ulaşabiliyorlar. İslâm tarihinde yaşananları okuyorum. Bunları niye anlatmamışlar diye hayıflanıyorum. Bunları okuyan çocukların, gençlerin düşünceleri -ister istemez- farklılaşıyor.
Bir Müslüman “Çalıyorlar ama, çalışıyorlar” veya “çalsınlar, bana da veriyorlar” gibi bir söz sarf edemez, ederse günaha ortak olur. Tanrı “Kul hakkı yemeyin” derken; Müslüman sanıyor ki, sadece “birbirinizden aldığınız borcu veya maddi şeyleri aynen verin, hak geçmesin, helalleşin”. Oysa bencilliğimiz yüzünden, dışardaki davranışlarımızla o kadar kul hakkı geçiyor ki, farkında değiliz. En basitinden; bir insana zarar vermesin diye yoldaki taşı kaldırmamak da kul hakkına giriyor, kaldırıma arabayı park etmekte, gürültü kirliliği yapmakta…
Liyakat ve ehliyet ilkeleri konusunda ise, yaşanmış bir olayı yazmak isterim: Hizmetiçi eğitimi sırasında Prof.Dr. İsmail Üstel Hoca anlatmıştı. Bir proje kapsamında Amerika’ya giderler. Orada kurumun genel müdür yardımcısı ile de görüşürler. Odaya girmeden önce kapıdaki İngilizce yazı dikkatini çeker. Yazıda “Bir sorununuz varsa bana getirin” mealinde söz yazılıymış. Görüşme bittikten sonra genel müdür yardımcısına kapıdaki yazıyı sormuş. Adam: “İnsanlar sorunlarını bana getirecekler ki, ben o sorunun çözümü ile ilgili araştırma yapacağım: Hem kendimi geliştireceğim hem de sorunu çözeceğim” diye cevap vermiş. Kişilik ve sorumluluk duygusunu görüyor musunuz? Ya biz de… Makamlarda oturan yetkililerde bu anlayış var mı? Yoksa “icat çıkarma”, “eski köye yeni adet getirme” diye, sorunlardan kaçmanın yollarını mı ararlar?
Daha da garibi; bütün yanlışlarımızı dış güçlere yükleyerek sorumluluktan kaçıyoruz. Atalarımız “Su uyur, düşman uyumaz” demişler, bizler uyanık olacağız. Cemaat, tarikat taassubundan vazgeçip, özgür bir kul olarak Allah’ın Kur’an’da belirttiği ilkelere uyacağız.
Kur’an’daki ilkeleri okuyup öğrenmediğimiz ve bu ilkeler üzerinde çok da düşünmediğimiz için her şeye sığ bakıyoruz. Bakış ufkumuzu, “at gözlüğü” takarak daraltmak yerine genişletmek, derinleştirmek zorundayız.