Başlığı okuyunca tabii ki şaşırdınız!.. İçinizden, “İslâm’ın koruyucusu Allah’tır, ben nasıl koruyacağım?” veya “Dinimi kimlerden koruyacağım?” ya da “Nasıl koruyacağım?” diye geçirdiğinizi düşünüyorum. Konuya girmeden önce, biraz eski günlere dönmek istiyorum:
Yabancılar da dahil bir çok bilim insanı, İslâm öncesinde de Türklerde “cihangirlik ruhunun, fetih ruhunun, gaza ruhunun” olduğunu belirtmektedirler. Türkler, tarih sahnesine çıktıklarından itibaren nüfusun artması, kuraklık, yeni otlaklar bulma gibi sebeplerle göç etmek zorunda kalmışlardır: Ya da yeni vatan toprağı edinip “devlet kurma”, kurulmuş devletlerde “görev alma” amacıyla da farklı coğrafyalara yayılmışlar; Asya, Afrika, Avrupa kıtalarında at koşturmuşlar; Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Anadolu’da, Kuzey Afrika’da, Avrupa’da yüzlerce devlet kurmuşlardır.
Hep övündüğümüz gibi bulundukları yörelerde yerli halkların kültürüne, diline, dinine karışmamışlardır. Tersine, özellikle Türkçe’yi unutanlar ve/veya aynı dinden topluluklar içinde olanlar kültür değişimine uğramışlar, yerli halk içinde erimişler, asimile olmuşlardır; hatta Türk kimliğini kaybetmişlerdir. Maalesef! Bu durum Türklerin en büyük zaaflarından birisidir. Sırası geldiğinde “kimliğini kaybeden Türkleri” de yazacağız.
Türkler ve İslâmiyet
Eskiden Türklerin büyük çoğunluğu “Gök Tanrı” inancına sahipti. Ancak, bulundukları coğrafyalara göre “semavî dinleri” de kişiler tarafından oluşturulan inançları da kabul etmişlerdir. Benzer durum bugün de mevcuttur. Türkler, inançlarında asla bağnaz olmamışlar; ifrattan ve tefritten kaçınmışlardır. Onlar için “töre (yasa)” daha önemlidir.
Başlangıçta Arap (İslâm) ordularına karşı çıkmışlar, yer yer savaşmışlardır. Dr. Arslan Tekin, “Türk’ün Tarihi” isimli kitabında şöyle demektedir: “Emevi Devleti bir nevi Arap milliyetçiliği politikası güdüyordu. Horasan’a gönderilen Emevi valileri İslâm’ı evrensel bir din haline getirme idealinden çok uzaktılar. Emevi yönetimi İslâm’ın yayılmasından çok, Arap saltanatına önem vermiş ve Türklere karşı tam bir istila hareketine girişmişti. Araplar kendi soylarından olmayan Müslümanlara verdikleri ‘mevali’ adıyla kendilerinin efendi, Arap olmayanların da köle olduklarını anlatmak istiyorlardı. Emeviler aldıkları ülkelerin halkının canlarını ve mallarını kendileri için helal sayıyorlardı. Emevilerin sürdürdüğü bu siyaset neticesinde özellikle Türkler arasında Araplara karşı kin ve nefret duygularını artırmış ve Türkler arasında İslâmiyet’in yayılmasını geciktirmiştir.”
Talas Savaşı (Temmuz 751)’nda -Çin’i kendileri için daha büyük bir tehlike gören- Karluklar, Arapların yanında yer alarak Çinlileri yenilgiye uğratmışlardır. Bu savaştan sonra peyderpey Müslüman olmaya başlayan Türkler, 900’lü yıllarda tamamen İslâmiyet’i seçmişler ve bu uğurda -haçlı savaşları dahil- oluk oluk kan akıtmışlardır.
Orta Asya bilim ve medeniyet merkezi olmuş, şehirler imar edilmiştir. Matematik, geometri, astronomi, tıp, eczacılık, edebiyat, felsefe, sanat gibi ilimlerde büyük gelişmeler yaşanmış, bir çok alim ve şairler yetişmiştir. Türkçe eserler ve şiirler yazılmıştır. Ancak, özellikle Selçuklular döneminde Acem (Fars) dili saraya girmiş, eserler Farsça ve Arapça yazılarak bu kültürlere hizmet etmek yanlışına düşülmüştür.
Osmanlı’nın son dönemlerinde “kaht-ı rical (devlet adamı yokluğu)” deyimi ortaya çıkmıştır. Çünkü devlet yönetimine ehliyetli, liyakatli adamlar getirilmemiş, rüşvet ve iltimasla atamalar yapıldığı için yönetimde zaaflar oluşmuştur. Ricalin padişaha dalkavuklukları, soytarılıkları; ulemanın padişahların keyfi uygulamalarına ses çıkarmamaları; din alimlerinin istenilen fetvaları vermeleri; şairlerin övgü dolu sözleri ve şiirleri; devlette israfın önüne geçilememesi gibi sebepler devletin çöküşüne sebep olmuştur.
İslâmiyet’te “ruhanilik, ruhban sınıfı olmamasına” rağmen oluşmuştur. Bunlar kendi arzuları için dini kullanmışlardır. Mesela; bazı ulema ahaliyi ve yeniçerileri “din elden gidiyor” diye isyan ettirip, padişahı ya da devlet adamlarını devirmişler; yerlerine bol ulufe verecekleri getirmişlerdir. Diğer bir husus; her ıslahata ve yeniliğe karşı çıkarak devletin ve milletin gelişmesini, ilerlemesini, yükselmesini engellemişlerdir. Başta küfür veya bid’at saydıkları kıyafeti bir müddet giyip alıştıktan sonra “Müslüman kıyafeti (!)” saymışlar; bir başka kıyafet şekline veya rengine küfür diye düşmanlık etmişlerdir. Zamanla dinî kurumlar asker kaçaklarının, tembellerin yuvası haline gelmiştir.
Diğer bir husus ise; din adına milli kimliği, milli ruhu ve ülküyü yok etmeleridir. Maalesef! Türk’ün; kimliğine, diline, vicdanına, geleneklerine, her değerine saldırılmıştır. Alimlerimizdeki bu zihniyet ve/veya taassup; dinin ve dindarlığın “Arap demek” olduğunu düşünmeleri ve her şeyi “Araplaştırmak gerektiğini” zannetmeleridir. Bu düşünce Türk kimliğinin unutulmasına sebep olmuştur. Kur’an’ın Hucurât Suresi’nin (49/13); “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık…” ayetine aykırı laflar edebilmişlerdir. (Mezhep savaşlarına fetva vererek binlerce insanımızın ölmesine sebep olmaları da ayrı bir konudur.) İslâmiyet, Türklük çerçevesi içinde değerlendirilebilseydi, belki Selçuklu’nun da Osmanlı’nın da sonu böyle olmayabilirdi. Din değiştiren başka milletler kimliklerini kaybetmediler. Biz Türkler, hiç bir milleti “Türkleştirmediğimiz gibi” bin yıla yakındır hizmet ettiğimiz hiç bir Arab’ı da Türk yapamamışız.
Günümüz Türkiye’si
Bugün ülkemizde yukarıda anlatılanlardan farklı bir şey görebiliyor musunuz? Ne kadar benziyor değil mi? “Yüzde 99’u Müslüman” olan bir Türkiye’den, “O Müslüman’sa ben değilim” denilen bir ülkeye dönüştük. Kâfirûn Suresi’nin son ayetinde “Benin dinim bana, sizin dininiz size” denilmektedir. Hiç kimse bir başkasının dininden mesul değildir. Fetih öncesi İstanbul’da papazların “meleklerin cinsiyetini” tartıştıkları gibi, bizleri basit ve ahlâksız konularla meşgul ediyorlar!..
Gelelim yazımızın başlığındaki ifadeye… Kendimizi ve dinimizi korumamızın yolu çok basit. Allah’ın ilk emri “oku” farzına uyarak mümkün olduğunca okuyup, araştırıp, soruşturup dinimizi öğreneceğiz ve özümseyeceğiz. İslâm’ın ahlâkla ilgili ilkelerini içselleştireceğiz ve “iyi bir Müslüman” olacağız. Hepimiz “özgür birer bireyiz”. Allah’ın dışında hiç bir kişinin kulu, kölesi değiliz. Kimseye biat etme veya itaat etme zorunluluğumuz yoktur. İslâm’ın ahlâk kuralları dışına çıkmadan, aklımızı kullanarak 21.yüzyıla uygun yaşayacağız.
Kimlerden korunacağımıza gelince; aslında sizler biliyorsunuz ama, kısaca belirteyim: Mesela: din istismarcılarından ve tacirlerinden; dindar görüntüsü altında çıkarı için çalışan hırsızlardan, yolsuzluk yapanlardan, yüzsüzlerden; din eğitimi aldığını söyleyip her türlü çirkinliği ve ahlâksızlığı yapanlardan; cahilce laf eden din alimlerinden, dinî bilgilerini uçkuruna bağlayanlardan, çocuk tacizcilerinden; din holiganlarından, fanatiklerden, radikallerden, cemaatlerden, gruplardan, kliklerden, mezhepçilik yapanlardan ve bu anlayışta olanların kurdukları dernek, vakıf gibi kuruluşlardan korunmalıyız.
Peki “Diyanet ne olacak?” derseniz. Bu kurumun devamından yanayım; ancak başına mutlaka “Türk’üm” demekten korkmayan bir ilâhiyatçı görevlendirilmeli ve Diyanet “İslâm’a ve Türk’e hizmet eder” hale getirilmelidir.