Bakmayın “Fıkra gibi” dediğime, aslında “Müslümanların Ağlanacak Halleri” demek daha uygun olurdu. 15 yıldır ülkemiz; İslâm’ı referans gösteren veya İslâm’ı diline dolayan -kullanan demeyeyim- bir iktidar tarafından yönetilmektedir. Ancak, bugün “Ben halis Müslümanım” diyenlerin yaptıkları işlere ve kullandıkları argümanlara bakınca; ne Kur’an’da ne de hadislerde anlatılan Müslümanlıkla hiç örtüşmüyor. Zaten İslâm’ın ve ülkenin geldiği sosyal durum da meydanda… Mümin olmanın ölçütleri allak bullak olmuş, Müslüman demeye bin şahit gerek. Herkes dünyaya ve paraya tamah etmiş, ama namaz kılınca da her günahı affettireceklerini veya her şeyi halledeceklerini sanıyorlar.
Aşağıda, yaşadıklarımdan ve duyduğum hadiselerden oluşturduğum bir demet “fıkra gibi” ibretlik olay okuyacaksınız. Bu anlattıklarımın olmayacağını düşünebilirsiniz. Ama okuyunca olabilir, mümkün deyip bana hak vereceksiniz. Yıllardır söylerim: “Namaz kılmakla kendimizi kurtaracağımızı sanıyorsak, aldanıyoruz. Allah’a karşı değil, öncelikle topluma karşı yapmamız gerekenler var. İslâm’ın uymamız ve yapmamız gereken güzel ahlâk kuralları var.”
…
Bir Cuma günü namaza giden fakir biri ile bir iş adamı tesadüfen aynı safta yan yana düşmüşler. Namaz kılınmış bitmiş, sıra dua faslına gelmiş. Zengin iş adamı: “Eyyy Allah’ım, benim kafamda çok büyük hedeflerim var, projelerim var. Bunları gerçekleştirmem için çok paraya ihtiyacım var. Sen bana yardım etsen de onbeş milyon dolar göndersen, amaçlarımı gerçekleştirsem. Daha büyük kazançlar elde etsem.” diye dua ediyormuş.
Bu sırada yanındaki fakir de (biraz sesli olarak): “Allah’ım bugün iş bulamadım, para kazanamadım. Eve, çocuklara götürecek ekmek param bile yok. Bana elli lira göndersen de eve bir şeyler alsam, boş gitmesem. Hanım, çocuklar elime bakarlar, mahcup olmayayım.” diye dua eder.
Fakirin bu duasını duyan iş adamı, cebinden cüzdanını çıkarır ve fakire dönerek: “Al şu elli lirayı da Allah’ı meşgul etme…” diyerek, sinirli bir şekilde elli lirayı fakire verir.
Elli lirayı alan fakir, tekrar ellerini açarak: “Allah’ım sana şükürler olsun, bugünkü rızkımı gönderdin. Çok sağol.” der ve camiden çıkar. Zengin iş adamımız duaya devam eder.
…
Bir camide hoca, dört rekat farz namazı bitirdikten sonra cemaate döner ve: “Eyyy cemaat, ben tereddüt ettim. Dört rekat mı kıldık, yoksa üç rekat mı? Eğer dört kıldıysak mesele yok, ama üç kıldıysak namazı tekrar etmemiz gerekir.” diye sorar. Cemaat birbirine bakar, hiçbiri bir şey demez. Bir süre sonra arkalardan biri: “Hoca efendi, namazı üç rekat kıldık.” der. Hoca da: “Tamam, o zaman farzı tekrar kılacağız.” der ve yeniden kılarlar.
Namazdan sonra Hoca, namazı üç rekat kıldık diyen adamı çağırır ve der ki: “Aferin sana. Hiç kimse ses çıkartmadı ama sen üç rekat kıldığımızı söyledin. Demek ki namazı huşu içinde kılıyormuşsun, beni iyi takip etmişsin, yanlışımı düzelttin.” der.
Adam: “Yok hoca, dediğin gibi değil. Ben müteahhidim, sen namazı kıldırırken, sen her rekat kıldırdığında ben de inşaatı bir kat çıkıyordum. Üçüncü katta kaldım, yukarı dördüncü katı çıkamadım. Ondan eksik kıldığımızı anladım.” der.
…
Bir kamu kuruluşunda yapılan ihaleye fiyat teklifi veren iş adamı, teklif mektubunu sorumlu kişiye verirken aralarında şöyle bir konuşma geçer. Sorumlu kişi: “Teklifini aldım. Söz verdiğim gibi sana yardımcı olacağım ama, senin de bana yardımcı olman lazım.”
İş adamı: “Ne gibi yardım?..” Sorumlu kişi: “Onbeş bin dolar getirmen gerekiyor.”
İş adamı: “İş tamamsa getireyim. Şu anda yanımda bu para yok.” Sorumlu kişi: “Tamam sayılır. Sen parayı getir.”
İş adamı: “Tamam, gidip getireyim.” Sorumlu kişi: “Gidip gelmen ne kadar sürer” diye sorar.
İş adamı da: “Çok sürmez, banka yakın, on beş dakikada gelirim.” der. Sorumlu kişi: “Tamam öyleyse, ben de bu arada ikindi namazımı kılayım.”
Rüşvet ve namaz, hiç yan yana gelebilir mi, hiç gerçek Müslümana bu yakışır mı?
…
Camide teravih namazı öncesi vaaz veren vaiz, caminin temizlik işlerini yapan bir adama yardım toplanacağını açıklayacak ama önce cemaati hazırlaması gerekiyor. (Bu ifadeleri iki Ramazan’da da kulaklarımla duydum)
Vaiz: “Eyyy cemaat… Biliyorsunuz camimizin iç ve çevre temizlik işlerini yapan bir arkadaşımız var. Bu arkadaşımız gelirini sadece sizin verdiğiniz yardımlarla sağlıyor. Sizin yardımlarınızla geçiniyor. Onun sayesinde tertemiz camimizde namazlarımızı kılıyoruz. Bu gün teravih sonrası bu arkadaşımıza yardım toplanacak, elinizden ne gelirse veriniz, sevaptır.
Ey cemaat… Biliyorsunuz “temizlik imandandır”, camilerimizin çok temiz olması lazım. Geçmişte, eskiden ibadethaneleri peygamberler kendileri temizlerdi. Peygamberimiz bile camiyi süpürmüş, temizlemiştir.” gibi daha bir sürü ifadeleri de katarak cemaati yardım yapmaları için iknaya çalıştı.
Aklımdan şunlar geçti: Bu caminin imamı var, müezzini var, emekli dolu hocası var. Bunlar vakit namazları dışında ne iş yapıyorlar. Madem geçmişte peygamberler bile ibadethaneleri temizledilerse, siz niye temizlemiyorsunuz? Madem Peygamberimiz mescidi temizledi, süpürdüyse, siz niye temizlemiyorsunuz da ayrıca temizlik için adam tutuyorsunuz? Sizler peygamberlerden daha mı üstünsünüz?
Dilin ucuna geliyor ama çıkıp söyleyemiyorsunuz. Maalesef! Hocalar da söyledikleri sözleri, bazen düşünmeden, muhakeme etmeden söylüyorlar.
…
Yıllar önce bir grup arkadaşla birlikte inceleme yapmak üzere büyük bir şehre görevlendirilmiştik. Sabah çalışmaya başladık. Görev yaptığımız binaya yakın meşhur bir cami vardı. Öğle vakti geldi, müezzin ezanı okumaya başladı. Görevli arkadaşlardan biri: “Haydin işleri bırakın namaza gidiyoruz.” dedi ve abdestlerimizi aldık, camiye gittik. Beş vakit namazını kılan biri olarak başlangıçta ses çıkarmadım, arkadaşlara katıldım.
Ben işime düşkün bir insanımdır: Hele de kendimi önemli bir konunun çözümüne odaklamışsam, öncelikle o işi bitirmeyi düşünürüm. Eğer kafamdaki işi bitirmeden namaza durursam, aklım namazda değil de işimde olur ve namazdan zevk alamam. Ne ise, birkaç gün böyle devam ettik. Yine bir gün kendimi işime öyle vermişim ki, hani işine konsantre olmuş derler ya öyle… Ezan okundu ve aynı arkadaş: “Haydin işleri bırakın, camiye gidiyoruz.” deyince, sinirlendim. Arkadaşa dönerek ve ismiyle hitap ederek: “… Bey, Ben namazını devamlı kılan birisiyim ama, bu kadar da kılmam. Önce yaptığım iş gelir. Elimdeki şu işi bağlamam lazım, yoksa namazdan da zevk almam.” dedim, namaza gitmedim. İşimi bitirince namazımı kıldım. Yıllar sonra bu arkadaşın birisinden rüşvet alırken yakalandığını öğrendim.
…
Genel Müdürlüğümüzde şimdi emekli olan çok sevdiğimiz bir bayan daire başkanımız vardı. Kendisinin başı açıktı (bazıları başı açıkları Müslüman’dan saymadıkları için ifade ediyorum), ama dinini diyanetini bilir, Ramazan’lar da orucunu tutardı. Yolsuzluk, hırsızlık vb. olaylardan çok bahsedilen günlerdi. Zaman zaman oturur sohbet ederdik. Bir gün dedi ki: “Yaşar bey, herhalde hocalar bizi kandırmış… Galiba öbür dünya, ahiret, hesap günü, cennet, cehennem diye bir şey yok. Eğer varsa ki, var inanıyorum; bunlar kendilerinin en dindar olduklarını söylüyorlar, bunları yapmamaları lazım. Veya Diyanetin fetva verip milleti uyarması ve bunları yapanları lanetlemesi lazım. Hiçbiri olmuyor, aynen devam ediyorlar. Bizde mi bir gariplik var, yoksa bizi saf mı sanıyorlar? Oysa yaşananların hep farkındayız.” dedi.
…
Durumumuz bu... Benim için öncelik, Müslümanın samimi ve güzel ahlâklı olmasıdır.